3 Ocak 2009 Cumartesi

MODERN BİLİMSEL YÖNTEMLERİN DİN FELSEFESİNE YARARI




MODERN BİLİMSEL VE TEKNOLOJİK YÖNTEM VE GELİŞMELERİN DİN FELSEFESİ İLE BİLİM FELSEFESİNE ETKİLERİ, YARARLARI
VE EKSİKLİKLERİ


Modern bilimsel ve teknolojik yöntemler deney, gözlem, açıklama, betimleme, analoji, endüksiyon, dedüksiyon, çözümleme, birleştirme şeklinde sıralanabilir. Genel olarak bakıldığında ampirik geleneğe bağlı düşünürler, endüksiyon; rasyonalistler, dedüksiyon; modern mantıkçılar, hipotetik dedüksiyon; pragmatistler retrodüksiyon veya problem çözme yöntemlerini kullanmaktadırlar. Bu yöntemlerin kendi içlerinde eksiklikleri bulunmaktadır. Her yöntem, bazı alanlarla ilgilenmeyerek kendisine sınır çizmektedir, bundan dolayı da bütün yöntemler, kendi bünyesinde bir önyargı taşımaktadırlar. Bu bağlamda düşünüldüğünde hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın ‘varlık’ın bir kısmı boşlukta kalıp incelenmemektedir. Mesela, insanı ve yapıp ettiklerini anlamada, deneysel bilimlere uygulanan yöntemler uygulandığı takdirde bu boşluk, her zaman var olacak demektir. Bundan dolayı insanı objeye indirgeyen anlayış, insanın yapıp etmelerini ya da beşeri tecrübeyi bölen bir anlayıştır. Belki de bu yüzden bilim denince bazıları bilimsel araştırma ürünlerini; bazıları mantıksal ve matematiksel çatıyı; bazıları sosyolojik ve tarihi yanı anlamaktadır.[1] En azından birkaç noktada ortak bir anlayışın olmaması, söz konusu konuda bakış açılarının farklılığından kaynaklanmaktadır.

Deneysel bilimler, ‘açıklama’, ‘betimleme’ gibi metodu kullanırken; tinsel-manevi ilimlerde ise insan, ‘anlama’nın konusudur. Kısacası tinsel bilimlerde tekil ve bireysel olanın genel-geçer ve nesnel olarak algılanması büyük bir güçlüktür. Bu iki ayrı bilim dallarına yönelik farklı bilimsel yöntemlerin dikkate alınmaması, özellikle din felsefesi için bir problem teşkil eder. İşte din felsefesi, bu noktada bilim felsefesi ile ortak hareket ederek yöntemleri eleştirebilmekte ve kendisini bilimsel önermelerle de ifade etmektedir. Bilim ile din felsefesinin paslaşabilmesi için ortak bir zihnî tutumun -en azından temel konularda- olması gerekir ki birbirlerini nakzetmesinler. Din felsefesinin ayrıca paslaştığı egzistansiyalist tarzdaki değerlendirmelerle ilişkisi de yadsınamaz. Buna örnek olarak Marcel’in görüşleri örnek verilebilir;

Marcel’e göre, eğer insan, her bilgiyi ve doğruluğu sadece objektif ve problematik alan özgü bir kriterle yargılama iddiasında bulunursa insanların obje muamelesi gördüğü bir durumla karşılaşır. Objektifleştirmenin ve soyutlamanın, ‘somut olan’ adına ciddi tehlikeleri bulunmaktadır. ‘Soyutlama ruhu’ ve ‘Ontolojik anlam kaybı’ bu tehlikelerdendir. Belki de bu tarz bilimsel bakışın özellikle din felsefesi alanına vereceği zarar daha açıktır. Bilimsel terimlerle ifade edilen bir çiçeğin aynı zamanda kendine has bir kokusu, rengi vs. özellikleriyle doğal ortamında varolan güzel bir çiçek olduğunu gözden kaçırdığımızda soyutlamanın büyüsüne kapılarak ‘somut gerçekliği’, küçümseme eğilimi gösteririz.[2] İnsana ilişkin bütün problemlere deneysel bilimlerdeki bilimsel metotla yaklaşmaya kalkışma, objektifleştirme ve soyutlama eğiliminin sonucunda, modern dünyada insanın insanlığını kaybetme tehlikesiyle yüz yüze bulunduğunu ifade eder. İnsanın sadece fiziksel yönüyle değer kazandığı modern dünyada insan tecrübesinin ontolojik ağırlığı ve aşkınlığın gerekliliği kaybolmaya başlar. Marcel, bu durumu, ontolojik anlam kaybı olarak nitelendirir.[3] Modern insanın varoluşunu Albert Camus da, Yunan mitolojisindeki Sisyphus’un varoluşuyla karşılaştırır.[4]

Teknolojik başarılara imza atmaya yönelen ‘teknik insan’ın desteklenmesinin adeta yaşam hedefi haline geldiği böyle bir dünyada insanın tinsel bütünlüğü ve zenginliğine bağlı olan yaratıcı aktiviteleri gözden kaçırılmış, insanlar bütün yaratıcılıklarını ortadan kaldıran bir düzeye getirme işlemine tabi tutulmuşlardır. Bu durum da ‘teknoloji ruhunun mutlaklaştırılması’ ve ‘teknokratik düzenin köleliği’[5] denilecek bir olgunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu tehlikeli sonuçlar, yeni bir insan anlayışını, yeni bir zihni tutumu, yeni bir hayat düzenini beraberinde getirerek aşkın olanın karizmasının yok olduğu, bilim ve aklın ön planda olduğu bir düşünceyi insana sunar. Bu da dine ve din felsefesine yapılacak en büyük zararlardandır. Bu bağlamda bilimsel yöntem veya gelişmelerden ziyade katı bilimsel/endüktif zihniyet, din felsefesi için daha önemlidir.

Yukarıda belirtilen tehlikeli sonuçların ardından insan, şu soruları sormalıdır; o halde insanı nasıl yorumlarız? Yorumun bir yöntemi varsa bilimsel yöntemle ilişkisi nedir? İnsanın bütün tecrübesi aynı yöntemle denetlenebilir mi? yoksa tecrübenin konusuna göre farklı yöntemler mi vardır? Yöntem farklılığının evrenle ilgili bilgimiz ve bu bilginin bütünlüğü üzerindeki etkisi olumlu mudur yoksa olumsuz mudur? Evrene hükmetme, evreni tanıma bilimin amaçlarından mıdır? Bilimi alanı dışında kalan bir alan varsa bu alan hangi yöntemlerle değerlendirilecektir? Doğa bilimlerinin sonuçlarının kesinliğine dair bir yargının insan bilimleri için yanlış bir beklenti oluşturduğu düşünülebilir mi? Görüldüğü gibi sorular kabarıktır. Buradaki merkezi nokta şudur; doğa bilimlerinin yöntem ve geçerlilik iddialarının bilim felsefesi tarafından irdelendiği; insan bilimlerinin yöntem ve bilgisinin geçerlilik sorunlarının da felsefi olarak hermeneutik adı altında incelenmesidir.[6]

İnsan, değerli bulduğu her ciddi tecrübe için bir takım sorular sorma ihtiyacı duyar. Bu bağlamda din, felsefe gibi alanlar çok önemli insani tecrübe alanlarıdır. İnsan, başka alanlardan getirdiği bilgilerle din, felsefe gibi alanlar arasında uyumlu bir birliktelik sağlamak ister. Bunun için her tecrübeyi, her yeni bilgiyi, her bilimsel faaliyeti, her teknolojik yöntemleri insan, bir başka tecrübe ışığında düşünüp değerlendirmek arzusundadır. Bundan dolayı dini tecrübe bir yanda, ilmi ve ahlaki tecrübe başka bir yanda olmaz. Yaşanan beşeri tecrübe, bu çeşit bir parçalanmayı yasaklar. Özellikle Batı toplumunda nerdeyse her şey otonomluk iddiasındadır. Bu da beşeri tecrübedeki bölünmüşlüğü tetiklemektedir. Bu tür bölünmüşlük, fertten devlete kadar etkisini her yerde göstermektedir. Dünyevileşme, bu tarz bir düşüncenin sonucudur. Halbuki modern psikoloji, bize insan şuurunun bir bütün olduğunu belirtmekle özellikle teolojiye büyük bir katkı sağlamaktadır. O halde anlaşılmaktadır ki, insanın tecrübeleri arasında gerçek bir ilişki vardır. Bu ilişki daima çift yönlüdür; din, bilime; bilim, dine etki etmektedir.[7]

Aynı şekilde insanın bildikleri bir yana, inandıklarını başka bir yana koyarak insan, bölünmüş bir hayat yaşamayacağına göre bütünlük arz eden fikri ve manevi bir yaşayış tarzına kavuşmak mecburiyetindedir. İnsan, bu işi, ilmi, ahlaki, sanatsal ve dini hayatının verileri ışığında gerçekleştirir. Mesela, Tanrının varlığına dair delillerden a prıorık tarzda olan ontolojik delil bir yana bırakılırsa öteki klasik delillerin hepsi a posterıorık tarzda olup evren hakkındaki bilgimizden yola çıkmaktadır.[8] Delillerin dayandığı bu bilgi zemini durmadan değişmekte ve gelişmektedir. İşte tam da bu nokta, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve yöntemlerin felsefeye özellikle de din felsefesine olan katkılarını gözler önüne sermektedir.

Bilindiği gibi ontolojik delil, birçok filozof tarafından kabul edildiği gibi eleştirilmiştir de. Fakat bu kabul ve eleştiriler, bakış açılarına göre değişkenlik arz etmiştir. Şöyle ki; tabiat ya da ampirik bilimler ile meşgul olan birisi için ‘varlık’ yüklem değildir. Çünkü bir şeyin yüklem olabilmesi için konuya bir şey yüklenmesi gerekir ve bu yüklenenin de inkar ve tasdikinin mümkün olması icap eder. Fakat aynı hükme dil ve mantık açısından bakarsak varlığın yüklem olduğunu söyleyebiliriz. Ampirik ya da bilimsel bakış açısının her hangi bir din felsefesi konusuna olan yaklaşımı genellikle bu şekildedir. Bir tarafta analitik önermelerin, bir şeyi delillendirmede yeter durumda olduğu söz konusu iken; diğer tarafta sentetik önermelerin, bir bilgi değeri ve bir delil niteliği taşıdığı söz konusudur. Analitik ve sentetik önerme ayrımı, yöntemlerin de ayrımını gerektirir. Sentetik önerme daha çok endüktif akıl yürütmeye uygun iken, analitik önerme dedüktif akıl yürütmeye uygundur.

Endüktif bir tarzda ele alınan deliller, ihtimalli; dedüktif tarzda ele alınan deliller ise, zorunlu değer taşırlar. Endüktif metodun en büyük eksikliği, ihtimalli değer taşımasının yanında ilgilendiği deneysel dünyadan aşkın dünyaya sıçrama yapamaması ya da buna izin vermemesidir. Bu durum, endüktif metodun, deneysel sınırda kalınmalı tarzındaki bir önyargıdan kaynaklanmaktadır. Görüleceği üzere her bilimsel yöntem, kendi içinde buna benzer bir önyargı taşımaktadır. Fakat bilinmelidir ki eğer kategorilerin uygulamaları sadece duyu verileri alanıyla sınırlı olsaydı, bizzat o kategoriler hakkında hiçbir bilgiye sahip olamamamız gerekirdi. Oysa onlar hakkında bilgi sahibi olduğumuzu söyleyen Kant’ın kendisidir, fakat aynı filozof, kozmolojik delili, ‘sebep kavramı, tecrübe dünyası dışında kullanılamaz’ sözü ile eleştirmektedir. Bu bağlamda bazı insanlar, verilenlerle yetinip öteye geçmeyi reddedebilir. Fakat buna yasak konamaz. Bölük-börçük bir açıklama ile yetinmeyi veya nihâî açıklanamazlık’a teslim olmayı istemek, beşerî tecrübenin geçerliliğini inkar anlamına gelir. Olgusal ölçekte başarılı olabilen endüktif metot, bu tecrübenin tam anlamıyla karşılanmasında yetersiz kalmaktadır. Bu boşluğun, bilimsellikten de uzaklaşmadan doldurulması veya buna dikkat çekilmesi ve eleştirilmesi, din felsefesi ile bilim felsefesine düşen bir görevdir.

Son zamanlarda gündeme gelen ‘Bilgisayarla Bilim Felsefesi’ ve ‘Bilimsel Buluşların Modellendirilmesi’ hadisesi, endüktif metodun güvenilirliliğini arttırmaktadır. Bilimsel buluşların modellendirilmesi çalışmaları, bilimsel araştırmanın safhaları konusunda bilim felsefecilerinin dikkatinden kaçan birçok konuyu da ortaya çıkarmıştır. Bu çalışmalar bilimsel araştırmanın bir düzineden daha fazla sayıda faaliyeti ihtiva edebileceğini göstermiştir ki bu faaliyetlerden bazıları şunlardır; bilimsel problemlerin formüle edilmesi, problem seçimi, strateji ve metot seçimi, deney planlaması, deney maddelerinin seçimi, deneylerin yürütülmesi, verilerin toplanması, veri değerlendirme, hipotez oluşturma, hipotez yenileme, teori yenilenmesi, teorik açıklamaların formüle edilmesi ve teori geliştirme.[9] Söz konusu çalışmalar için geliştirilen bilgisayar program ve sistemler şunlardır; Mechem, Astra, Echo, Thagard[10] Mesela Echo programı, bir bilim alanındaki olayların nasıl açıklandığını göstermekte ve bu şekilde hangi teorinin daha fazla olayı tutarlı bir şekilde açıklayabildiğini ortaya koymaktadır. Bu durum, bilim ve bilim felsefesi için oldukça önemli olduğu görülmektedir.

Hemen şunu belirtelim ki endüktif karakterli deneysel bilimlerdeki gelişmelere, dedüktif karakterli matematik yapının ayak uydurup uydurmadığı önemli bir problemdir. Çünkü bazı bilim adamlarına göre, matematik yapı, değiştirilmesi gereken bazı kavramları ihtiva ettiği için yeni teorilerin geliştirilmesini engellemektedir. Bundan dolayı teoriler, matematiksel yapı içerisinde hapsolmaktadır.

Bilimsel endüksiyon metodunun bütün diğer metotların yerine geçebilecek güvenilir yegane metot olma ve bütün alanlara uygulanabilme iddiası, tinsel gerçeklik açısından ciddi tehlikeler –ki Marcel’in bu konudaki görüşlerini yukarıda belirtmiştik- doğurmakla kalmayıp felsefi yaklaşımı da hiçe saymak anlamına gelecektir.[11] Bu merkezi nokta etrafında tartışılan ya da iki karşıt zihniyeti karşı karşıya getiren tartışmaların başında tümeller tartışması gelmektedir. Tümeller tartışmasının temelinde, tartışıldığı Ortaçağ döneminde henüz olgunlaşmamış olan endüktif ve dedüktif akıl yürütme ve zihniyeti problemi yatmaktadır. Ya tek tek nesneler ya da tümel-genel-geçer kanunlar, epistemolojik ve teolojik bağlamda önemlidir.

Tümeller tartışması ile ilgili problemler, Platon ve Aristo’nun felsefesine dayanmaktadır. Bilindiği gibi Aristo, fiziksel nesneler hakkındaki bilgilerimizi on kategori içinde düşünmüştür. Bu kategorilerden ‘cevher’ kategorisi, ‘cins’ ve ‘tür’ kavramlarını da beraberinde getirmektedir. Cins ve tür, aynı zamanda nesneler hakkında genel kavramlardır. Genel kavramların özelliği de tek tek nesnelerin sahip olduğu ortak yönleri ifade etmesidir. Dikkat edilirse, bir nesnenin cinsi ve türü, o nesnenin algılanabilir özelliklerinden farklı bir yönünü ifade etmektedir. Yani tek bir kalemin rengi, biçimi, ağırlığı vb. özellikleri duyu organlarımızla algılanabilir. Fakat canlı veya cansız olmak, duygulu veya duygusuz olmak, sürüngenler veya dört ayaklılar sınıfına ait olmak, tek bir nesneyi gözlemekle elde edilebilecek bir özellik değildir. Bu tür özellikler, nesnelerin ortak ve genel özelliklerini dile getirmeye yararlar. İşte tümeller tartışması, genel kavramların mahiyeti, sahip olduğu özellikler, gerçekliği ve nesnelerle ilişkisi ile ilgili problemleri ihtiva etmektedir. Ortaçağ’da bu konu bağlamında Platon-Aristo geleneğinden ilk kopan filozoflar, Roscellinus, Abelardus ve özellikle Ockham’dır. Adı geçen filozoflara göre ise, tümel kavramlar, sadece zihinsel bir tasarımdır ve bir gerçekliği yoktur. Bir sesten başka bir şey değildir. Asıl ve tek varolan, tek tek nesnelerdir.

Tümeller tartışması, zihniyeti ve zihniyet değişimini de belirleyici bir etkide etkilemiştir. Rönesansı da belirleyen bir özelliğe sahip olan bu tartışmaya realist bir gözle yani tümel kavramların gerçekliği kabul edilecek şekilde bakılırsa, panteist bir görüş ortaya çıkar, nominalizm benimsenirse Hıristiyanlığın ‘ilk günah’ ve ‘Teslis’ konularındaki kabulleri tamamen ortadan kalkmaktadır. Nominalist bakış açısıyla bakıldığında eğer varolan sadece tek tek varlıklar ise, o halde bütün insanların paylaşması söz konusu olabilecek, insan türünün taşıyabileceği bir günah da söz konusu olamaz. Aynı şekilde Tanrı, İsa ve Kutsal Ruh arasında bir ilişki kurulamayacak, Teslis, üç ayrı tanrının varlığını gerektirecektir.[12] Bu düşüncenin uzantısı olarak, eğer kiliseye değer verilecekse, genel anlamdaki kiliseye örneğin, Katolik kilisesine değil, kendi şehirlerindeki ya da kendi mahallelerindeki tikel kiliseye değer verileceği anlaşılmaktadır. Tümeller tartışması, sadece sıradan bir tartışma olmayıp ardında felsefi ve teolojik tartışmalar barındırmakla beraber filozofların bu tartışmadaki yerini de belirleyen felsefe tarihindeki ana tartışmalardan biri olmuştur. Özellikle de kilisenin Ortaçağdaki baskısını kırmak için tümellerin gerçekliği reddedilerek tikellere önem verilmesi, bir zihniyet dönüşümünü gözler önüne sermektedir.
Ortaçağ’da özellikle 12. yy.’dan beri ticaretin gelişmesiyle, eğitimden pay almanın gerekliliği kendini açıkça göstermiş ve kent ortamında gelişen yaşamsal çeşitlilik, bireyin kendini giderek özne olarak algılamasında belirleyici olmuştur. Üniversiteler, özellikle 13. yy.’da sözlü ve yazılı kültürün üretildiği yeni merkezlerdir. Bu durumlar, nominalist ontolojinin cisimleşmiş olmasından başka bir şey değildir.[13] Yavaş yavaş tekillere de önem veren Ortaçağda aynı zamanda ayrıntıların ve varlıksal ayrılıkların tümel çatısı altında sabitleştirilmesi, bilginin yolunu açmıştır. Bu da Aristo’nun dile getirdiği gibi ‘asıl bilginin tümelin bilgisi olduğu’ düşüncesinin canlı tutulmasından başka bir şey değildir.
Ortaçağ felsefesindeki bu tür esneklikler, Rönesansı doğuran sebeplerden olmuştur. Augustinus’ta, Abelardus’ta Ockham’da ve daha birçok filozofta özgün söylemlerin taşıyıcısını bulan Ortaçağ felsefesi, nominalist ontolojinin etkisiyle tabiatın kitabını başlangıçta yavaş olmakla birlikte Kutsal Kitaba tercih etmeye başlamıştır. Aklın modern kullanımının yavaş yavaş kendini göstermesiyle birlikte, birbiri ardınca giden kırılmalar ve bölünmeler yaşanmaya başlanmıştır. Dinsel bağlamdaki bölünmeler, yeni yaşama biçimlerini amaç olarak ortaya koyma girişimleri, eskiye meydan okuma, yeni mantık arayışları, öznenin özgürleşmesi, yeni yazma biçimleri, yerelliğin ve hiyerarşik olanın kapalı, sınırlı ve sonlu olanın yavaş ama emin adımlarla aşılması çabaları peş peşe kendini göstermeye başlamıştır. Bu zihinsel tutumları sağlayan öncü filozofların birkaçı şunlardır; Roger Bacon, Rabelais, Montaigne, Francis Bacon, Descartes… gibi filozoflardır.[14]
Bilimlerin ilerlemesini sağlayacak olan temel bilim, tabiat felsefesidir. Ancak bu felsefe, Aristo okulundaki mantık, Platon okulundaki doğal teoloji ve ikinci Platon okulundaki matematik aracılığıyla bozulmuş ve bunlar doğa felsefesini sona erdirmiştir.[15] Bacon’un Aristo’ya olan en temel tepkisi, bu konuda yani tabiat felsefesini bozma konusunda olmuştur. Tabiat felsefesinin bozulmasına karşın Hıristiyan kilisesinin de bu konudaki rolünü Bacon, şu benzetmeyle açıklamaktadır; ‘…Kutsal Ruh’u yeryüzüne bir güvercin değil de bir akbaba ya da bir kuzgun kılığında indirmek, Hıristiyan Kilisesinin gemisine korsanlarla katillerin bayrağını çekmektir. Bundan dolayı kilisenin öğretilerle, buyruklarla, davranışlarıyla ve düşünceleriyle bir daha dönmemek üzere cehennemin dibine gönderilmesi en gerekli şeydir.’[16]
Bilindiği üzere Ortaçağ Avrupa’sında temel bilgi üretim ve aktarım kurumu kiliseydi. Bilgi üretme amacı ise, kilise öğretisine uygun biçimde dönüştürülmesine yardımcı olmaktı. Bütün bilgiler, toplumun ve ilişkilerin dînî ilkeler esas alınarak dönüştürülmesine katkı sağladığı ölçüde anlamlı ve değerliydi. Bugünkü metodoloji terminolojisi ile söyleyecek olursak varolan durumu betimleyen pozitif bilgi değil, olması gerekeni ifade eden normatif bilgi daha çok önem taşımaktaydı.[17] Bu durum, insanların yaşadıkları dünyaya ve o dünyadaki sosyal ilişkilerin nasıl oluştuğuna ilişkin gözlemler yapmalarını çok anlamlı kılmıyordu. Dış dünya ve tabiatta nelerin olduğu değil, nelerin olması gerektiğinin bilinmesi anlamlıydı. Olanın bilgisi, olması gerekeni uygulamak için bir araç olduğu sürece anlamlı kabul edilebilirdi.
Tümdengelimsel zihniyet, teleolojik dünya görüşüne sahiptir. Doğanın, insanlık dâhil bütün unsurları, tutarlı, düzenli ve anlamlı bir evren içindeki yerlerine göre anlaşılır. Bu bağlamda dünya, Tanrı’nın eseri ve O’nun iradesinin ifadesi olarak görülür. Bu düşüncelerin kabulü, tümevarımsal zihniyet için çok zordur. Ayrıca tümdengelimsel zihniyet, en yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek, aksiyolojik olarak da en değerli varlık olduğu kabulünü benimser ve özellikle aydınlanmacı, ilerlemeci, bilimci ve pozitivist uğrakları itibariyle zamansal olarak en son gelenin en iyi ve en değerli olduğu kabulüne dayanan modern felsefeden ayrılır.[18] Tümdengelimci zihniyete şöyle bir örnek verebiliriz; bütün Ortaçağ boyunca Avrupa’da cesetlerin teşrihinin günah sayılması anatominin gelişmesini engellemiştir.
Ayrıca tümdengelimsel zihniyet, varlığı bilgi konusundan ya da ontolojinin epistemolojiden önce geldiği bir bakış açısına sahiptir. Buna göre, özneden hareket eden, bilimin gelişimine koşut olarak önce bilgi konusunu ele alan ve varlığı, bilimin taleplerine göre sınıflayan ya da yorumlayan modern felsefenin tersine, önce zihinden bağımsız bir gerçekliğin varoluşunu teslim edip bu gerçekliğin bilgisine nasıl ulaşılabileceği konusunu daha sonra ele alır.[19] Bu bilgiler ışığında, söz konusu zihniyetin, tümellerin insan zihninden bağımsız bir varoluşa sahip olduğu görüşünü kolaylıkla kabul edebileceklerini ve bunun uzantısı olarak metafizik unsurların da varlığı konusunda şüpheye düşmeyeceklerini de vurgulayabiliriz. Bunun en önemli kanıtı şudur; tümdengelimsel zihniyete sahip Ortaçağ insanı, özellikle kutsal kitaba dayalı imanı ifade etmek ve savunmak için kutsal metinleri yorumlama metoduna ve mantıksal/dilsel analize yönelmişlerdir. Ortaçağ düşünürleri, bu bağlamda öncelikle Yunan mantığını yani tümdengelimsel teknik ve mantığı kullanmışlardır. Hıristiyan öğretinin halka sunulması da böylece bu mantık ile gerçekleşmiştir.
Bilgi üretim sürecinde, Bacon’un öncülüğünde gerçekleşen zihinsel dönüşüm, kilise öğretisinin azalmasını ve Hıristiyan öğretisinin sorgulanmaya başlamasını sağladıktan sonra meşru bilginin, olması gerekene göre değil, olana göre belirlenmesine başlanmıştır. Öte dünya merkezli ve insanı dünya ötesi amaçlara yönelten Hıristiyan öğretisi yerine bu dünyayı esas alan ve her şeyi bu dünyaya göre planlayan Aydınlanma felsefesi geçince, dînî ilkelere göre belirlenen olması gerekene ilişkin bilgi, işlevini ve değerini kaybetmeye, buna karşılık bu dünya merkezli istek, inanç ve beklentiler değer kazanmaya başlamıştır. Dünya merkezli istek ve beklentiler de bakışı ve ilgiyi ötelere değil, görünen, somut ve objektif gerçekliği olan dış dünyaya çekmiştir.
Bu sekülerleşme süreci, bilgi hiyerarşisini de altüst etmiş, esas olarak nasslardan sonuç çıkarma olan tümdengelim yerini, gözlemlerden yargılara varmaya imkân sağlayan tümevarıma bırakmaya başlamıştır. Bu noktada denebilir ki, tümdengelimci zihniyet, öte dünya merkezli ve bu dünyayı aşkın ilke ve değerler doğrultusunda dönüştürmeyi amaçlayan; tümevarımcı zihniyet ise, öte dünya ile bu dünya arasındaki ilişkiyi kopararak bu dünyada olanların, bizzat varolmalarını onların meşrûluk gerekçesi olarak gören bir tavrı sergileyebilmektedir.[20] Bu tavır, pozitivist ve hatta materyalist bir tavır ve bakış açısıdır. Bu bakış açısı zorlandığında ateizme varabilecek zihinsel dönüşüme zemin hazırlayabilecek potansiyeli kendisinde taşımaktadır. Tümevarımsal zihni bakış, ampirizmi, pozitivizmi, materyalizmi doğurduğu gibi zorlandığında ateizmi de doğurabilir. Şunu da unutmamak gerekir ki her dış dünyaya çevrilen bakış açısı, pozitivist karakterde olmayabilir. Bunun en iyi kanıtı, Din Felsefesinde yer alan Nizam ve Gaye Delilinin varlığıdır.
Bu yüzden bilgi sıralamasında önceliğin olana uygunluğa verilmesini öngören toplumsal gelişmeler, bir çıkarım tarzı olarak tümevarımın önünü açmıştır. Bundan sonra tümevarım ve tümevarıma dayanan deneysel bilgi, bir kurum olarak kiliseye ve onun dünya tasavvuruna karşı mücadele eden grupların kullanageldikleri en önemli araç haline gelmiştir. Dolayısıyla tümevarımın sadece bir epistemolojik tercih değil, aynı zamanda sosyal ve siyasal arka planı olan bir tavır olduğu göz ardı edildiği zaman, ortaçağda olgu bilgisine önem verenlere karşı niçin mücadele edildiği ve engizisyon mahkemelerinin kararları anlaşılamayacaktır.
Bu sosyal ve tarihsel arka plan, zihinlerde saklı tutularak mantıkçı pozitivistlere gelindiğinde tümevarımın bu ekol tarafından çok önemsenmesinin benzer sosyal gerekçelere dayandığını söylemek, çok zor olmasa gerektir. Çünkü materyalist bir zihniyetin başka türlü meşrulaştırılması oldukça zordur.
Doğu toplumları daha çok tümdengelimci bir zihniyete sahipken, Batı toplumları ise, daha çok tümevarımcı bir zihniyete sahiptir. Batının bu özellik sergilemesinde Aydınlanma çağının mimarlarından olan başta Bacon olmak üzere Descartes, Galileo, Mill gibi filozof ve bilim adamlarının düşünceleri etkili olmuştur. Ancak Doğuda tümevarımı tamamıyla reddeden bir zihinsel tutum yoktur. Özellikle İslam dininin etkisi ile ‘doğu insanı’nın zihin yapısı, her iki zihnî tutumu beraber yürütmektedir. ‘Yaratılanı severim, Yaratandan ötürü’ tümdengelimci düşünceyle, dağın, ağacın, gökyüzünün.. kısacası evrenin araştırılmasına yönelik birçok vahyin bulunduğu tümevarımsal düşünce hep bir arada olmuştur. Fakat Batı toplumu, bu birlikteliği daha çok tümevarıma ağırlık vererek bozmuştur, denilebilir. Bu zihinsel tutum, toplumsal ve bireysel ilişkilerde de daha çok kuralcılığı ve hukukîliği ön planda tutarken, tümdengelimci toplum yapısında ise daha fazla esneklik, affetme, merhamet gibi insani tutumlar ön plandadır.
Tümdengelimci zihniyette, kavramlara verilen önem daha fazladır. Tanrı, aşk, güzellik, çıkarsız ilişkiler, komşuluk vb. gibi kavramlarla bezeli paradigma, tek tek bireylere ve nesnelere değer veren paradigmanın karşıtıdır. Bununla beraber bu paradigmalar, bireysel ve toplumsal ilişkileri de belirleyici niteliktedir. Bu bağlamda mesela, tümevarımsal zihniyet, pozitivizme ve materyalizme hatta zorlanırsa ateizme uzanabilirken, tümdengelimci zihniyet ise daha çok mistik ve ruhçu bir anlayışa sahiptir.

İlkçağ filozofları, düşünce sistemlerinde maddi dünyanın sınırlarını bütünüyle aşarak derli toplu bir teolojiye ulaşamadılar.[21] Daha sonraki dönemlerde ortaya konan özellikle nazari deliller, gelip geçici olandan hareket ederek gelip geçici olmayan bir yapıcı ve yaratıcıya, sebebe, varlığı zorunlu olana ulaşmak arzusundadırlar ki böylece teolojinin iskeleti oluşsun. Fakat özellikle 17. yy’dan sonra Francis Bacon ve Descartes’in yöntemsel açıdan ileri sürdükleri düşünceler ve Kopernik, Galileo, Newton gibi bilim adamlarının bilimsel gelişmelere katkısı sonucu bir teoloji oluşturmaktan ziyade bilimsel faaliyetler öncelikli sırayı almıştır. Tabii ki burada Hıristiyanlığın bilim adamlarına olumsuz etkisini gözden kaçırmamak gerekir. İslam dünyasında ise, bazı filozof ve din adamları, mesela İbn Rüşd, Ptoleme teorisinin yanlışlığını görmüşler, yeni bir astronomi modeli geliştirmenin gerekli olduğunu savunmuşlardır. Hatta İbn Rüşd’ün Ptoleme teorisine yönelttiği ‘zevahiri kurtarmak’ veya ‘görüntüyü kurtarmak’ sözü çok bilindik bir söz haline gelmiştir.

‘Bilim felsefesi’nin son iki yüzyılda geliştiğine dair yanlış bir anlayış, bir teorinin yeni gözlemler yapılarak olaylarla karşılaştırılması şeklindeki ilk ciddi faaliyet Müslümanlar tarafından yapıldığı şeklindeki doğru bir anlayış ile düzeltilmelidir.[22] Bilim, felsefe ve teolojinin birbirlerini yok etmeden eleştirmeleri, kendi bünyeleri için olmazsa olmaz bir şarttır. Görüldüğü gibi İbn Rüşd, astronomi eleştirisini yapmış ve başta Roger Bacon ve Thomas Aquinas üzerinde etki uyandırmıştır.

Galileo ve Newton’dan beri bilim adamları, olguların nedenlerini değil, olgular arası değişmez ilişkileri bulma ve açıklama yoluna gitmişlerdir. Aristo geleneğindeki ‘neden’ arama çabası, modern bilimde yerini ‘nedensel ilişki’ bulma çabasına bırakmıştır. Bu bilimsel bakışın en radikal tarzı, Mantıkçı pozitivistlerdir ki onlara makalemizde ayrı bir yer verdik. Eğer hala olguların ardındaki nedenlere inme isteği, bilimsel niteliği olmayan bir istek[23] gibi görülecekse ‘Her şeyin bir nedeni vardır, hiçbir şey bir nedene dayanmaksızın var veya yok olamaz’ tarzındaki cümlelerin de bilimsel açıdan bakıldığında bir değerinin olmayacağı anlaşılacaktır. İşte bu katı bilimcilik, din felsefesine herhangi bir şey katamaz. Bu şekilde bu durum, sadece orta büyüklükteki balıkları yakalayabilen bir balık ağına benzer ki küçük balıklar, ağa takılmazlar. Bu katı bilimciliği temelinden sarsan bilimsel gelişmeler de bulunmaktadır ki bilim, kendi içinden eleştirilmiş, balık ağının daha sık örülmesi gerektiğini anlamış ve kendini toparlamaya zorlanmıştır. Bu gelişmeler arasında Einstein’ın ‘Relativite teorisi’ ile Max Planck’ın ‘Kuantum teorisi’ ve Heisenberg’in ortaya attığı ‘Belirsizlik ilkesi’ gösterilebilir.

Dinlerle ilgili açıklamalar, son yüzyıla kadar bir savunma söylemlerinden ya da felsefi spekülasyonlardan ibaretti, dersek pek yanılmamış oluruz. Özellikle insan bilimlerinin ortaya çıkışı ve bilimsel-teknolojik gelişmelerin varlığıyla dinleri fenomenal bir çerçeveye yerleştirme düşüncesi uyandı. Bu bağlamda din felsefesi de her türlü veriden ve bütün insan bilimlerinin sonuçlarından yararlanarak önermelerini ortaya koymuştur. Betimleyici bir tutum takınarak böylece din felsefesi, ulaştığı sonuçların objektif ve genel sonuçlar olmasına dikkat eder. Örneğin, ‘Her hâdisin hudûs bulması için bir sebep lazımdır.’ önermesine akıl için açık-seçik olan bir hüküm diyebiliriz. Fakat bu yeterli olmayabilir. Bilimsel ve teknolojik yöntem ve gelişmeler, bu açığı kapatabilir. Hâdisler zincirini ilâ-nihaye geri götürmek, felsefi açıdan mümkün değildir. Aynı zamanda ‘Genişleyen evren görüşü’, ‘Big-bang’ ve ‘Termodinamiğin ikinci yasası’, evrenin hâdis olduğunun bilimsel kanıtlarındandır. Termodinamiğin ikinci yasasına göre, sıcaklık, gazlar, elektrik yüksek basınç noktasından alçak basınç noktasına akmaktadır.

Bir çeşit tesviye demek olan bu yönelişe her sistemde rastlanır. Bütün sistemlerde daha çok düzenli durumlardan daha az düzenli bir duruma doğru gidiş vardır. Daha doğrusu bütün sistemlerde daha alçak bir entropi durumundan daha yüksek bir entropi durumuna doğru bir gidiş vardır. Bu bilimsel bilgiler, hudûs delilindeki önermeleri açıklayıcı tarzdadır. Tesviyenin halen devam edişi, evrenin başlangıçsız olmadığını gösterir. Böylece ‘evren hâdistir’ önermesi, ampirik açıdan yanlışlanmamıştır. Buna paralel olarak diyebiliriz ki, istidlali akıl yürütmenin tam anlamıyla gerçekleşmesi için ampirik bir alt yapıya ihtiyaç vardır. Örneğin, evrendeki düzen fikrini açıklamak için insan gözünün yapısı örnek verilebilir. Buna göre bir düzen verici olmadan gözün yapısında görülen düzen açıklanamaz. Özellikle 17. yy.’dan itibaren bilimdeki gelişmeler, teleolojik delili destekler mahiyette yorumlandı. Sadece makro düzeyde değil, mikro düzeyde de bir düzenlemenin varolduğu ilmî çalışmalar sayesinde ortaya konmuştur.

Newton’a göre Tanrı, daima evrene müdahale ederek oradaki düzeni sağlamaktadır. Belki de Newton, böylece teslisi reddetti. Yine o, mekanı Tanrı’nın bir sıfatı olarak görüyor ve evreni de O’nun bir davranışı şeklinde mütalaa ediyordu.[24] Newton ve Eınsteın’e göre evrenin bizatihi anlaşılırlığı mucizevi karakterdedir. En büyük mucize, evrende bu derecede yüksek bir nizamın görülmesidir.[25] İşinin ehli olan bilim adamlarının bu şekilde düşüncelerini belirtmeleri, teoloji açısından önemli bir durumdur, çünkü birtakım önermelerin bilimsel yönden ispatı gerçekleşmiştir. Bununla beraber ünlü Alman fizikçi, Max Planck, ‘kuantum teorisi’nin pozitivist açıdan yorumlanmasına karşı çıktı ve tıpkı Eınsteın gibi o da evrendeki objektif kanunların varlığı fikrinden dini inanca giden yolu izledi. Rölativite ve kuantum fiziğinin katı pozitivist ve materyalist türden felsefeleri devre dışı bıraktığına inanan filozoflar bulunmaktadır.

Newton mekaniğinin birtakım olguları açıklamada yetersiz kaldığı görülmüştür. Bu tür olgular hem makro hem de mikro seviyede ortaya çıkmıştır. Bunun çözümü olarak uzay, zaman, kütle gibi kavramların mutlak değil, bağıl olduğu görüşüne dayanan relativite teorisi ve maddenin saldığı ısı ve ışığın sanıldığı gibi sürekli bir akış değil, tersine ‘quanta’ adını verdiği süreksiz veya kesik paketlerden ibaret olduğu iddiasını getiren kuantum teorisi ileri sürülmüştür. Bu büyük ilerlemeler, mesela, klasik determinizm teorisini yıkmıştır. Böylece elektron ve atom-altı parçacıkların herhangi bir andaki durumlarını aynı anda saptayabilmenin imkansız olduğunu göstermiştir. Deneyler sonucu, atom-altı parçacıklarından herhangi birinin birden kaybolması bilim adamlarınca açıklanamamıştır. Buna ‘evrenin bilinci’ diyerek evrende hiçbir şeyin cansız olmadığını savunanlar da bulunmaktadır. Ayrıca hareket halindeki parçacığın konum ve momentumunu aynı zamanda saptamanın imkansızlığını veya güçlüğünü ortaya atan Heisenberg, böylece bir parçacığın gelecekteki yerini kestirmenin ne kadar güç olduğunu ‘belirsizlik ilkesi’ ile ifade etmiştir.[26] Determinizme göre ise, hareket eden bir cismin başlangıç durumunu hatasız ölçebilirsek gelecekte herhangi bir andaki durumunu da kesinlikle belirleyebiliriz. Fakat bir elektronun gelecekte herhangi bir durumunu kestiremiyorsak bu durumun şimdiki ölçme yöntem ve araçlarımızın yetersizliği ile de ilgili olduğunu unutmamak gerekir. Böylece çağdaş fizik, uzay, zaman, madde, gerçeklik, sebep-sonuç gibi kavramlarında değişikliğe yönelmiştir.

Evrenin estetik değerinin matematiksel ifadesi olan ‘altın oran’ ve evrendeki sıralı özellikteki nesnelerin Fibonacci sayıları tarzında dizilişleri de din felsefesindeki ‘Nizam-Gaye delili’ne destek mahiyetinde görülebilir. Elbetteki burada din felsefesini, bilimin bir devamı ya da tam anlamıyla bilimleştirmek şeklinde görmemek gerekir. Buradaki durum, din felsefesinin, dinin kavramlarını ve önermelerini eleştirip analiz ederken bilimden de yararlandığının gösterilişidir.

Bütün bu anlatılanlardan sonuç olarak bilimden, matematikten, fizikten yola çıkıp bir ‘sıçrama’ yapabilen bir bilim adamının sözü, teoloji için oldukça önemlidir; ‘Görülüyor ki Tanrı’nın kendisi eli boş durmayacak kadar iyilikseverliğini ortaya koyarak dünyaya kendi görüntüsünün damgasını vurmuştur. Bu nedenledir ki tüm doğa ve yüce göklerin geometri sanatında simgeleştiğini söyleyebilirim.’[27]

Deneysel bilimlerdeki modern bilimsel gelişmelerden desteği bulamayan ateist ve pozitivist düşünce, dikkatini insan hayatının biyolojik, sosyolojik, psikolojik ve tarihi veçhesine çevirdi. Darwin teorisinden Freud’a, Durkheim’den Feuerbach’a kadar bilim adamlarının düşünceleri, bu mihvaldedir.

Bilindiği gibi mantıkçı pozitivistler, metafizik türden önermelerin anlamlarının kognitif olmayıp duygusal tarzda önermelerden olduğu iddiasındadırlar. Bu tür önermelerin olgusal temeli olmadığı için bu önermeler, ne doğru ne de yanlıştır. Gülme, şiir, müzik gibi bir ifade biçimidir. Daha doğrusu deneycinin gözünde ilahiyatçı hiçbir gerçek türünü bildirmez, o sadece ruh hallerini ifade eder. O, bilgi vermez, fakat yalnız şiir söyler ve efsane anlatır.[28] Mesela, monizm, uyumlu bir yaşam özleminin bir ifadesi; dualizm, yaşamı sürekli didişme sayan bir kimsenin ruhsal durumunu açığa vurulması[29] şeklinde değerlendiren pozitivistler, felsefeye bilimsel bir karakter kazandırmak isteyerek spekülatif, doğrulanamayan, ispatlanamayan bir tarzdan ziyade açıklık, mantıksal tutarlılık, ispatlanabilirlik özelliklerinin bulunmasını savunmuşlardır. Fakat fiziktekine benzer bir şekilde felsefede deney yapmak imkansızdır. Felsefede, deneyin yerini tutabilecek araç, mantıktır. Bu durum, bu tarz düşünenlere niçin ‘mantıkçı pozitivistler’ dendiğini de açıklamaktadır.[30] Ayrıca pozitivistler, dedüksiyon, kapsayıcı yasa ve istatistiksel açıklamalara önem verirler.

Pozitivist bilim adamlarının metafizik önermelere karşı olumsuz tavrı sergilemelerinin nedeni olarak sujenin kendi kendisine dönmesi ve kendi üstüne katlanmasını yani refleksiyonu engellemeyi, böylece subjektiflikten uzaklaşmayı görebiliriz. Bu durum, bilimin gerçek yolunu kaybetme korkusuyla baş başa gider. Mesela eğer psikoloji, bilgi teorisi, manevi bilimler, estetik gibi ilimler, objektifliğe yaklaşamazsa veya refleksiyondan uzaklaşamazsa bilim olmaktan uzaklaşır. Psikolojide ilk kez davranış ve Gestalt psikolojisi refleksiyonlu tavrı terk ederek ontolojik tavra dönmüştür. Buna bağlı olarak estetik, etik, hukuk, edebiyat ve siyaset tarihi gibi bilimlerin durumu da aynıdır. Fenomenoloji ile modern ontoloji, bu bilimleri refleksiyonlu tavırdan kurtarmıştır.[31] Modern ontolojinin en önemli işlevi burada ortaya çıkmaktadır.

Bilindiği gibi modern ontoloji, varolanı, varolan olarak inceleyen ve varolandaki determinasyon ilkelerini belirleyen bir daldır. Varolana da herhangi bir değer yargısı da yüklememektedir. Varolanın fenomenlerinden kalkarak betimleyici ve analitik bir bilgiyi ileri sürüyor. Eski ontoloji ise, tam tersine dedüktif, spekulatif, rasyonalist bir bilgi idi ve varolanı bize verildiği şekliyle değil, varolanı kanıtlamaya çalışıyordu. Mesela, Tanrı’nın ontolojik kanıtları, ruhun ve kosmosun kanıtlanması eski ontolojinin amaçları arasındadır. Ayrıca varlık dünyasında belli amaçların ve ereklerin gerçekleştiğini kabul ediyordu. Eski ontolojide dedüktif çıkarımlar ön plandayken; modern ontoloji, endüktif çıkarıma değer vermiştir. Ayrıca eski ontoloji, bilimsel tavırdan daha doğrusu modern ontolojiden farklı olarak varlığı bir bütün olarak ele almakta bir sakınca görmez.

Doğrulamacı tahlillere önem vermek, mantıkçı pozitivistlerin ayrılmaz bir özelliğidir. Bir önermenin ya da hükmün doğrulanması, ya ampirik verilerle ya da bir zihin işlemi sonucunda mümkün olur. Bu yollardan biriyle doğrulanamayan önermeler, anlamsızdır. Söz konusu ilkeyi din diline uygulayanların başında A.J.Ayer gelir. Ayer’e göre sadece dini önermeler değil, metafizik, ahlaki ve estetik önermelerin de doğrulanamayacağını daha doğrusu anlamsız olduğunu ileri sürmektedir.[32] Ayer’in tahlilleri, Moore ve Russell’in başlattığı tenkitçi tutumun[33] güç kazanmasına ve mutlak idealizmin gözden düşmesine neden olmuştur. Mantıkçı pozitivist filozoflar, dinin lehinde olmak bir yana, aleyhinde bile olmayı garip karşılıyorlardı. Bu filozofların karşısına doğrulamayı değil de yanlışlamayı savunan Karl Popper çıktı ve ‘bilimsel bir teori, olası gözlem sonuçlarının tümüyle bağdaşır nitelikte olamaz, belli bazı gözlemler, teoriyle ters düşecektir.’[34] düşüncesiyle tartışmaya yeni bir boyut getirdi.

Doğrulama ve yanlışlama tahlilleri, bazı noktaları gözden kaçırdığı ve birtakım güçlüklere yol açtığı ortadadır. Söz konusu tahliller, teizmin önermelerinin gerek konu, gerekse yüklem bakımından farklı olduklarını dikkat çekmekle yararlı olmuştur.[35] Çoğu bilimden felsefeye geçmiş olan Mantıkçı pozitivistlerin işlediği en büyük hata, birçok dini hükümlere bilimsel önermelere uygulanabilen tahlilleri uygulamış olmalarıdır. Çünkü onların gözünde model önerme, bilimsel önermedir. Ayrıca din dilini ait olduğu çerçevenin dışına taşırmış ve öylece kullanmışlardır. Bundan dolayı bilimsel önermelere uyguladıkları doğrulama, çözümleme gibi yöntemleri dini hükümlere uygulamışlardır.

Doğrulamacı tahliller, tecrübî açıdan dar bir anlayışı savunuyor görünmekle beraber beşerî tecrübenin tümünü de kapsadıkları söylenemez. Sözgelişi, bu tahlillerde açıklama, tasavvur etme gibi kavramların sınırı çok dar tutulmuştur. Bilimsel açıklama, geniş açıklama faaliyetinin sadece bir parçasıdır ve insanın toptan yaşamını içine alamaz. Çünkü insan, sadece duyu verileri üzerine hayatını ikame ettirmemektedir. Ayrıca insan, hayatında karşılaştığı öyle problemler ve sorular vardır ki bilim, bu soruların altından kalkamaz. Örneğin, ‘hayatın nihâî gayesi nedir?’ sorusuna bilimsel bir açıklama getirmek mümkün değildir. Söz konusu dar açılı ampirizmin yanında geniş açılı bir ampirizm de mevcuttur. Örneğin, J.Locke, beş duyunun getirdiği verilere bağlı bir epistemoloji geliştirmesine rağmen bir ‘iç duyum’un varlığını kabul etmeyi ampirik çerçevenin dışına çıkmak olarak kabul etmemektedir.[36]

Görüldüğü üzere mantıkçı pozitivistlerin bilimsel yöntemlerindeki eksiklik, insanın hayatını bütün olarak kapsayamamaları, ‘niçin’ ile başlayan sorulara yeterince cevap verememeleri, beşerî tecrübeyi parçalamaları ve buna paralel olarak da bilim denince daha çok deneysel bilimleri algılayarak bilimde de parçalayıcı yaklaşım içinde bulunmalarıdır. Doğrulamacı tahliller, yegane doğru tahlil olsaydı, insanın inanç hayatının, ahlaki, estetik vs. tecrübelerinin açıklanmasında da dar bir çerçeve içinde hareket etmeye mahkum kılacaktı.

Yöntemleriyle ilgilendiği alanıyla beraber modern bilimin en büyük eksikliği, bir dünya görüşünün temelini oluşturacak metafizik sistemden yoksun oluşudur. Bütün bilimsel faaliyetlerin herhangi bir metafizik sisteme bağlanmaması ve hiçbir sınır tanımaksızın kendi başına evrilmesi önemli endişelere sebep olmuştur. Leibniz, fiziğin metafizikten kopuşunu büyük bir eksiklik olduğunu belirterek Monoloji’yi bu amaçla yazdığını ifade etmiştir.[37] Aynı düşünceyi Russell ve Whitehead paylaşmıştır.

Pozitivist bir bakış açısıyla dış dünyayı bir bütün olarak algılamayan ve metafizik önermelere anlamsız gözüyle bakan bir bilim adamının veya bireyin ya da toplumun, elinde bulundurduğu imkanları kendisine, topluma ve çevreye zararlı bir şekilde kullanma riski yüksektir. Bu zihniyetin karşısında olan biri ise, en azından etik değerlerin olgusal temelinin olup olmadığını sorgulamayacaktır. İnsanı obje olarak gören pozitivist anlayışın, dini değerlere, çevreye, kutsal’a değer vermeyen yeni bir insan ve toplum modeli oluşturması daha kolaydır. Bilim ahlakı başlığında da ele alınabilecek türden konu olan genetik araştırmalardaki insan, sağlık ve çevre ihlalleri, kimyasal ilaç sanayindeki sorunlar gibi yüzlerce olumsuzluklar, zihniyetlerin bireyin ve toplumun zihniyetini değiştirme gücünü ortaya koymaktadır. İnsanı sadece antropolojik açıdan ele alıp tarihin birtakım dönemlerine kadar geri götürerek eksik bir insan anlayışının doğmasına neden olan zihnî tutumun da ‘anlamsız’ olarak görülen birtakım önermelerin birey ve toplumda ne derecede etkili olduğunu gözler önüne serer.

Sosyolojik ve linguistik tahliller ve hermeneutik de deneysel bilimlerin sağladığı yarar mesabesinde din felsefesine yarar sağlayan modern yöntemlerdendir. Bazı dini hükümlerin anlaşılması ve yorumlanmasında, anlamın aranması ve anlaşılmasında söz konusu yararı görmekteyiz. Doğrulamacı tahlillere bir alternatif olarak düşünebileceğimiz bu tahliller, dikkati, bir hükmün, nasıl doğrulanacağına değil, nasıl ve niçin kullanıldığına, kullanıldığı yerde ne gibi bir fonksiyon gördüğüne çekmektedir. Herhangi bir meseleyi, bu şekilde ele alış, özellikle kutsal metinlerin anlaşılması ve yorumlanmasında çok yararlı olmaktadır. Bu bağlamda ‘Esbab-ı Nüzûl’ Kitab’ın anlaşılmasında önemli bir yere sahiptir.

Ayrıca din felsefesine büyük yararı olacağını düşündüğümüz modern yöntemlerden birkaçı da fenomenolojik, pragmatist ve egzistansiyalist yöntemlerdir. Dini hükümlere dil ve mantık açısından yapılan tahlillerin yanında bu tahlil ve yöntemlerle de hükümler desteklenip beslenmelidir. Bu modern yöntemler, din felsefesi alanına büyük bir canlılık getirmiştir. Bir örnek vermek gerekirse Kierkegaard’ın ‘Korku ve Titreme’[38] adlı eserinde, egzistansiyel açıdan açıkladığı ve Hz. İbrahim’in tecrübe ettiği ‘Kurban’ hadisesini anlatışında filozofun imana egzistansiyel bir bakış açısı getirdiği görülecektir.

Yukarıda belirttiğimiz yararlarının dışında acaba söz konusu yöntem ve gelişmeler, ateizmin güçlenmesine yardımcı olmakta mıdırlar? Deneysel bilimlerdeki gelişmeler, bazı Tanrı anlayışlarını-Aristo’nun Tanrı anlayışı gibi- zor duruma sokmuş, Sudur nazariyesi gibi düşünceleri çürütmüştür. Bu çeşit Tanrı ve yaratma anlayışlarına son vermek, bilimsel gelişmelerin başarısıdır. Fakat bilinmelidir ki bu başarı, teizmin lehinde olmuştur.[39] Modern bilimin din felsefesine kattığı bu yararlarının yanında bugün bilimin açıklayamadığı birçok şey bulunmaktadır. Buna rağmen bilim adamı, bunu bilgisinin eksikliğine hamletmekte ve metafizik yolla boşlukları doldurma ve eksikliği giderme yoluna gitmemektedir. Bu da modern bilimin, kendi içindeki önyargısı ya da ideolojik girdilerden kaynaklanan eksikliğidir. Söz konusu bilimsel gelişmelerin açıklayamadığı bazı problemlerle karşılaşıldığında-mesela, şekilsiz bir maddeden evrenin nasıl meydana geldiği sorusu gibi- bu durum karşısında ateizmin cevap bulamaması, bilimin teizme olumlu bir katkısı olarak düşünülebilir.

Batı dünyasında akılcılığın ve Almanya söz konusu olduğunda aydınlanma döneminin yükselişi ile deizmin doğuşu ve yükselişi arasında bir paralellik vardır. Bunun sonucunda, Hıristiyan dünyasında dini konulara aklî metotları uygulayan ve esrarengiz inanışlara karşı çıkan deistik hareket, toplumsal açıdan bakıldığında kilisenin otoritesini kırmıştır. Dine uygulanan akli-bilimsel metot, Hıristiyanlıktaki yanlış inançlara bir nebze de olsa gidermekle kalmamış, toplumsal düzene de katkıda bulunmuştur. Modern bilimsel-akli yöntemler, sadece epistemolojik açıdan değil, sosyolojik açıdan da bütün eksikliklerine rağmen yararlı olmuştur.


YASİN ÇELER








































BİBLİYOĞRAFYA


Aydın, Mehmet S., Din Felsefesi, İzmir İlahiyat Fakültesi yay., İzmir 1999
Bacon, Francis, Denemeler, çev. Akşit Göktürk, İstanbul 2002
Bacon, Francis, Novum Organum, çev. Sema Önal Akkaş, Doruk yay., Ankara 1999
Bilen, Osman, Çağdaş Yorumbilim Kuramları, Kitabiyat, Ankara 2002
Cevizci, Ahmet, Ortaçağ Felsefesi Tarihi, Bursa 1999
Ceylan, Yasin, ‘İnanç, Bilim ve Felsefe Üçgenine Yeni Bir Yaklaşım’, İslami Araştırmalar, sayı: 9, 1998
Çotuksöken, Betül, ‘Avrupa;Öznenin Doğum Yeri’, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, (Avrupa Özel Sayısı), sayı:14, Felsefe Sanat ve Kültür yay., Ankara 2001
Demir, Ömer, Bilim Felsefesi, Vadi yay., Ankara 2000
Dyson, J. Freeman, ‘Fiziksel Bilimlerde Matematik’, Bilim Felsefesi, ek-5
Gündoğdu, Hakan, Dinsel Varoluşçuluk Sunumu
İnam, Ahmet, ‘Bilimi Eleştirmek’, Felsefe Dünyası, sayı:5, Ekim 1992
Kierkegaard Soren, Korku ve Titreme, çev. N. Ekrem Düzen, Ara yay
Koç, Emel, ‘Gabriel Marcel Felsefesinde Modern insanın Temel problemleri:Soyutlama Ruhu ve Ontolojik Anlam Kaybı’, Felsefe Dünyası, sayı: 46, Ankara 2007
Popper, Karl, ‘Bilim Felsefesi: Kişisel Bir Bildiri’, Yıldırım, Cemal, Bilim Felsefesi, ek–6
Ural, Şafak, Bilim Tarihi II, İstanbul 1994
Yıldırım, Cemal, Bilim Felsefesi, Remzi kitabevi, İstanbul 2004
Wolf-Gazo, Ernest, ‘Din Bağlamında Newton'un Bilim Anlayışı’, çev. İbrahim Özdemir, İslami Araştırmalar Dergisi, c. 6, sayı: 4









[1] İnam, Ahmet, ‘Bilimi Eleştirmek’, Felsefe Dünyası, sayı:5, Ekim 1992, s. 7
[2] Koç, Emel, ‘Gabriel Marcel Felsefesinde Modern insanın Temel problemleri:Soyutlama Ruhu ve Ontolojik Anlam Kaybı’, Felsefe Dünyası, sayı: 46, Ankara 2007, s. 99
[3] Koç, Emel, a.g.m., s. 100
[4] Daha ayrıntılı bilgi için bkz., Gündoğdu, Hakan, Dinsel Varoluşçuluk, s. 6
[5] Koç, Emel, a.g.m., s. 104
[6] Bilen, Osman, Çağdaş Yorumbilim Kuramları, Kitabiyat, Ankara 2002, s. 19
[7] Aydın, Mehmet S., Din Felsefesi, İzmir İlahiyat Fakültesi yay., İzmir 1999, s. 270
[8] Aydın, a.g.e., s. 26
[9] Kocabaş, Şakir, Fizik ve Gerçeklik, Küre yay., İstanbul 2002, s. 68
[10] Daha ayrıntılı bilgi için bkz., Kocabaş, a.g.e., s. 67 vd.
[11] Koç, Emel, a.g.m., s. 100
[12] Ural, Şafak, Bilim Tarihi II, İstanbul 1994, s. 29–30
[13]Çotuksöken, Betül, ‘Avrupa;Öznenin Doğum Yeri’, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, (Avrupa Özel Sayısı), sayı:14, Felsefe Sanat ve Kültür yay., Ankara 2001, s. 48
[14] Çotuksöken, a.g.e., s. 49-50
[15] Bacon, Novum Organum, çev. Sema Önal Akkaş, Doruk yay., Ankara 1999, I. Kitap, s. 66, (96. aforizma)
[16] Bacon, Denemeler, çev. Akşit Göktürk, İstanbul 2002, s. 34
[17] Demir, Ömer, Bilim Felsefesi, Vadi yay., Ankara 2000, s. 28
[18] Cevizci, Ahmet, Ortaçağ Felsefesi Tarihi, Bursa 1999, s. 18
[19] Cevizci, a.g.e., s. 20
[20] Demir, a.g.e., s. 29
[21] Aydın, a.g.e., s. 42
[22] Daha geniş bilgi için bkz., Kocabaş, Fizik ve Gerçeklik, s. 10 vd.
[23] Yıldırım, Cemal, Bilim Felsefesi, Remzi kitabevi, İstanbul 2004, s. 124
[24] Daha fazla bilgi için bkz., Wolf-Gazo, Ernest, ‘Din Bağlamında Newton'un Bilim Anlayışı’, çev. İbrahim Özdemir, İslami Araştırmalar Dergisi, c. 6, sayı: 4.
[25] Aydın, a.g.e., s. 281
[26] Yıldırım, a.g.e., s. 128-129
[27] Dyson, J. Freeman, ‘Fiziksel Bilimlerde Matematik’, Bilim Felsefesi, s. 238
[28] Greisch, Jean, Wittgenstein’da Din felsefesi, çev. Zeki Özcan, Bursa 1999, s. 13
[29] Carnap, Rudolf, ‘Bilim ve Felsefe’, Bilim Felsefesi, s. 166
[30] Ural, a.g.e., s. 28
[31] Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefeye Giriş, Remzi kitabevi, İstanbul 1992, s. 119
[32] Daha geniş bilgi için bkz. A.J.Ayer, Dil, Doğruluk ve Mantık, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Metis yay., İstanbul 1984
[33] Daha geniş bilgi için bkz. Ural, Şafak, Pozitivist Felsefe, Remzi kitabevi, İstanbul 1986, s. 33 vd.
[34] Popper, Karl, ‘Bilim Felsefesi: Kişisel Bir Bildiri’, Yıldırım, Cemal, Bilim Felsefesi,İstanbul 2004, s. 188
[35] Aydın, a.g.e., s. 121
[36] Aydın, a.g.e., s. 124
[37] Ceylan, Yasin, ‘İnanç, Bilim ve Felsefe Üçgenine Yeni Bir Yaklaşım’, İslami Araştırmalar, sayı: 9, 1998, s. 19
[38] Bilgi için bkz., Soren Kierkegaard, Korku ve Titreme, çev. N. Ekrem Düzen, Ara yay.
[39] Aydın, a.g.e., s. 219

BİR GÜN PEYGAMBER KAPINIZI ÇALSA

Bir gün Peygamber kapınızı çalsa...

HAŞMET BABAOĞLU
Yıllardır internette dolaşan, kimi meclislerde sık dile getirilen bir metin var; şiir gibi etkileyici bir metin...Yıllardır internette dolaşan, kimi meclislerde sık dile getirilen bir metin var; şiir gibi etkileyici bir metin...Metnin yazarının kim olduğunu ne ben çözebildim bugüne kadar ne de başkası. Özgün halinin İngilizce olduğu rivayet ediliyor."Hz. Peygamber size gelse" başlığı taşıyor bu metin. Görünürde bir merakı dile getiriyor, bir merakı sorguluyor.Ve şöyle başlıyor..."Bir gün Peygamber ziyaretinize gelse,Yalnızca birkaç günlüğüne çalsa kapınızı,Merak ediyorum neler yapacağınızı..."Bunu okuduğunuz anda, inancı sıkı veya gevşek nasıl biri olursanız olun hafiften sarsılıyorsunuz.Gerçekten de ne yaparız Peygamber kapımızı çalıverse! Hele O'nu dilinden düşürmeyen ama bir yandan da hayatın harala gürelesi içine "düşen"ler nasıl bir telaşa kapılırlar acaba?Ancak bu şiirimsi metni yazan aslında neler yapacağımızdan emin. Diyor ki..."BiliyorumBöylesine şerefli bir konuğa en güzel odanızı açacağınızı,Ona sunacağınız yemeklerin en iyisi olacağını,Ve inandırmaya çalışacağınızı,Onu evinizde görüyor olmaktan mutluluk duyacağınızı;Fakat söyleyin bana,Evinize doğru gelirken gördüğünüzde,O'nu hemen kapıda mı karşılayacaksınız?Yoksa içeri almadan önce, aceleyle,Bazı dergileri, gazeteleri çarçabuk saklayıpYerine Kur'an'ı mı koyacaksınız? "Diyor ki..."Peki ya dünyalık müziğinizi, kasetlerinizi de saklayacak mısınız?Ve bunun yerine ortalığa,Kitaplığınızın raflarında tozlanmış,Hadis kitapları mı çıkaracaksınız?Hemence içeriye girmesine izin verecek misiniz?Yoksa telaşla ne yapayım diyerek,Sağa sola mı koşturacaksınız?"Diyor ki..."Tanıştırmaktan onur duyacak mısınız en yakın arkadaşınızı onunla?Yoksa hiç karşılaşmamalarını mı umardınız,Peygamberin ziyareti bitene dek birbirleriyle?Şimdi söyleyin açık yüreklilikle,Onun kalmasını ister misiniz sizinle?Sonsuza dek, hep birlikte...Yoksa rahat bir nefes mi alacaksınız,Ziyareti bitip gittiğinde?"
***
Kabul edelim ki çok etkileyici bir sorgulama bu!İnananların kendilerini hep eksik, hep kusurlu görme (ama alttan alta da kendilerini değil de çağı suçlu çıkarma) eğilimini destekleyici mahiyette bir etkisi var.Ve adım gibi eminim ki, bu metin şimdi Mevlit Kandili ve Kutlu Doğum Haftası nedeniyle yine internette sık sık karşımıza çıkacak, e-mektup yoluyla ondan ona dolaşacaktır.Yalnız namazında niyazında olanlara değil, belki daha çok da benim çevremden insanlara; yani az çok bu manevi iklimi soluyan ama kafası hep bulanık kalanlara ulaşacaktır.O yüzden, belki "senin üzerine vazife değil ki" diyeceksiniz bana ama konuyla ilgili bir iki satır not düşmek istiyorum şu köşeye...Çünkü bu gönül çalan, inananları hemen etkileyen metnin ciddi sorunları var.
***
Asrı Saadet, bazılarının uzaktan uzağa sandığının aksine aynı bugün gibi insani ve toplumsal eksikler, kusurlar, hınçlar, nefretler, düşmanlıklar, ayrılıklar, açgözlülükler ve yalan imanların iktidarıyla doluydu.Merak eden açar kitapları okur, okuyunca da şaşkınlıktan küçük dilini yutar.O çağı "saadetli" kılan O'nun varlığıydı.O'nun yaşadığı bir dönemde yaşamak, aynı vakti ve atmosferi solumaktı saadet..."Peygamber ziyaretimize gelse ne yapardık?" diye dövünmeye kalkışmadan önce bunu bilmek gerekir. O, içerisinde hangi rüzgarlar esiyor olursa olsun, ziyaretinin değerini bilen her evin değerini vermişti!O'nu yakından tanıyanların deyişiyle "umanı umutsuzluğa düşürmeyen, güleryüzlü, yumuşak huylu, asla bağırıp çağırmayan" Peygamber'in ziyaret ettiği bir eve "bakalım içeride ne kusurlar ne sapkınlıklar göreceğim" fikri ve duygusuyla gireceğini hayal etmek ve ettirmek yanlıştır.Ziyaret edilenler açısından da asıl olan O'na gönüllerini açmalarıdır. Yoksa yalancıktan çeki düzen verilmiş evlerini değil...Korkuya, telaşa ne gerek var?Huysuzluğa, karamsarlığa ne gerek var?Gelen Peygamber...
***
"Bir an önce gitmesini isteme" konusuna gelince...Kimsenin bu konuda başkası yerine konuşma, bu soruyu siyasal-toplumsal bir sorgulama haline getirme hakkı yok.
Çünkü...Gelen "sevgili"yse eğer, kim gitmesini ister?
HAŞMET BABAOĞLU

ATASÖZLERİ VE HİKAYELERİ

Kel başa şimşir tarak : Şimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel v.b. yapımında kullanılan 'şimşir' ağacından gelmektedir. Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fil dişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş. Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş. Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış: "Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı..." Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: "Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile" deyivermiş. Bu atasözü, yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır.



İlk göz ağrısı : Eskiden savaşlar şimdikinden çok olduğu için, Anadolu' nun hemen her köyünden, hemen her hanesinden şu yada bu cephede savaşan bir asker olurmuş. Bu askerlerin geride kalan anaları, kardeşleri, hanımları, nişanlıları, yavukluları olurmuş elbette. Bu biçareler, vatanını, milletini, dinini muhafaza için cephe cephe koşan yiğitleriyle elbet gurur duyarlarmış ama ağlamadan, göz yaşı dökmeden de gün geçirmezlermiş. Bazen aşikar, bazen gizli gizli ağlayan genç kız ve gelinlerimizin göz pınarları kuruyup gözleri çapaklanmaya ve ağrımaya başlarmış. Birbirleriyle konuşurken, o zamanın terbiyesi icabı: "Senin yavuklun, senin kocan" diyemezler, utanırlarmış. "Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı?" diye sorarlarmış. Bu deyim, sevdiklerimiz içinde en birincisi anlamında kullanılır


Logged



Ynt: Atasözleri ve Deyimlerin Hikayeleri
« Yanıtla #3 : 02 Ağustos 2008, 12:52:51 »

Zurnada peşrev olmaz : Davul ile zurnayı musikiden saymayan ve küçük gören bir sonradan görme İstanbul' lu, Edirne' de bir düğüne davet edilmiş. Yemekten sonra açık havada yapılan oyun ve eğlenceler sırasında bu hatırlı davetliye, zurnazen başı yaklaşarak sormuş: -Çalmamızı arzu ettiğiniz herhangi bir parça var mı? Ukala adam, dudak bükmüş: -Ayol, kala kala zurnaya mı kaldık. Bunun peşrevi olmaz. Ne nota bilirsiniz ki siz, ne de beste. Sizin çaldıklarınızı ben dinleyemem. İyisi mi, kendiniz çalın oynayın. Zurnazen, bu hakaretleri pek içerlemiş. "Görürsün sen efendi" diyerek, en kabiliyetli yamaklarını etrafına toplayıp başlamış çalmaya. O çalar, etrafındakiler söylermiş. Ne Itri' si kalmış çalmadık, ne Dede Efendi' si. Sonradan görme bey, ağzı bir karış açık onları uzun uzun dinlemiş. Adamlar, bir besteden bir besteye, bir makamdan bir makama geçtikçe, o da renkten renge geçmiş. Bu deyim, hikayedeki anlamının dışında, "insanın kaderini zorlamamasını, ne çıkarsa bahtına razı olması gerektiğini anlatmak için kullanılır





Gemileri yakmak : Gemiyle işgale gittikleri bir yerde ordusu rakibin gücü karşısında korku duymaya başlayınca Sezar askerlerini yüksek bir tepeye çıkartır ve aşağıda kalan bir kaç askere gemileri ateşe vermeleri emrini verir. Geldikleri gemiler gözlerinin ününde çatır çatır yanan ordu şok geçirmiştir. sezar 'gördüğünüz gibi gemileri yaktık artık dönüş yok ya bu savaşı kazanırsınız ya da hepimiz burada ölürüz' şeklinde bir konuşma yapar. savaş sezarın ordularının ezici zaferiyle sonuçlanır


ATEŞ PAHASI: Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar. “Biz nerelere geldik böyle?” diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu. Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar. Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı. Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı.Bir de sıcacık çorba ikram etti. Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, “Doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylendi. Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi: “Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” dedi ve sordu: “Söyle bakalım borcumuz ne kadar?” Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi: “Bin bir altın yeter, beyzadem” dedi. "Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha. "Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi. Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi. ATEŞ PAHASI sözü buradan gelir.


Saman Altından Su Yürütmek : Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış. Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş. Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş. Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş. Köylüler "Bu işin içinde bir iş var" diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler. Bu deyim "gizlice iş görmek,kimselere farkettirmeden işler çevirmek"anlamında kullanılır....


Mürekkep yalamak : Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde bulunur.Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur.Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.

Foyası meydana çıktı. : Kuyumcular yaptıları yüzük,kolye,küpe gibi ziynetlerde kullandıkları elmasların arka kısmına foya adlı maddeyi sürer,bir çeşit ayna gibi ışıkların yansıtılmasını sağlarlarmış.Zamanla foyalar çıkar ,dökülür.Bu benzetme yapılarak sahte,yalan işlerin ortaya çıkması anlamında deyim olarak kullanılır


Toprağı Bol Olmak : İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit bittakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünyda kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır. Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalayanmaya başlanınca ölenin ruhununmuazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kulanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan "toprağı bol olmak" deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, "toprağı bol olmak" deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır

A L T I K A V A L Ü S T Ü Ş E Ş Â N E : Parçaları birbirine benzemeyen ve uygun olmayan, dolayısıyla bir işe yaramayan aparatlar hakkında veya giyim kuşam konusunda birbirine uymayan ve yakışmayan kıyafetler İçin altı kaval üstü şeşhâne deyimini kullanırız. Buradaki şeş-hâne kelimesinin İstanbul'da bir semt adı olan Şişhane ile herhangi bir alâkası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır. Çünki şeş-hâne diye namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir. Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne (şişane değil) şeklinde kullanılır. Bu izahtan sonra üstü kaval, altı şeşhâne biçiminde bir silah olmayacağını söylemeyi zaid addediyoruz. Çünki kaval topların attığı gülle ile şeşhânelerden atılan mermi farklıdır. Keza kaval tüfekler ile fişek atılırken şişhane namlulu tabancalardan kurşun atılır. Bu durumda bîr silah namlusunun yarısına kadar kaval, sonra şişhane olması da mümkün değildir. Ancak yine de vaktiyle bir avcının, yivlerin icadından sonra çifte (çift namlulu) tüfeğinin kaval tipi namlularının üst kısımlarını teknolojiye uydurmak için şeşhâne yivli namlu ile takviye ettiğine dair bir hikâye anlatılır. Hattâ bu uydurma tüfek öyle acayip ve gülünç bir görünüm almış ki diğer avcılar uzunca müddet kendisiyle alay etmişler ve "Altı kaval üstü şeşhâne / Bu ne biçim tüfek böyle" diyerek kafiyelendirmişler. O günden sonra halk arasında bu hadiseye telmihen birbirine zıt durumlar için altı kaval üstü şeşhâne demek yaygınlaşmış ve giderek deyimleşerek dilimize yerleşmiştir.
Asayiş berkemalSultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri ,Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince ,Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıpAşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir.‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’ Aklım kesiyor.Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş.Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır.Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir.Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.Ve kendine sorar:bu ip taşı nasıl keser?Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der.Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.


Bu işin altında bir Çapanoğlu var.: Çapanoğlu Ahmet Paşa ,Yozgat şehrinin kurucularındandır.1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada öldürülür.Yerine büyükoğlu Mustafa bey daha sonra Süleyman bey geçer.Süleyman bey Yozgatı imar ettikten sonra,Ankara,Amasya,Elazığ,Maraş,Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar.Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır.Yalnız halk arasında değil ,devlet adamları arasındada ‘’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur.Rivayete göre ,devlet adamlarından biri,halktan bazı insanların aleyhine verilecekkararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken ,Çapanoğullarından birinin adıda bu olaya karışır.Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur,‘’bu işi fazla kurcalamayalım bence,altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der.Soruşturma aynen kapatılır


İki dirhem bir çekirdek.: Keçiboynuzunun ,Yunanca adı keration ,İngilizcede carob,Arapçada kırrıt tır.Keçiboynuzunun tohumu yıllarca elmas ölçmek için kullanılmış.Elmaslar,keçiboynuzu tohumları ile tartılıp satılırmış.Bu nedenle keçiboynuzu ,kırat veya karat dediğimiz ölçü birimine isim babalığı yapmış.Prof Dr.Aydın Akkaya açıklamasına göre;Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişemeyen bir tohumdur.Tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir.Bu ,hem çok kuruduğu ve meyvasından çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hemde içine su alması ihtimalinin çok az ve çok uzun süreye bağlı olduğu içindir.Bu sebeple Araplar,Selçuklular,Osmanlılar dönemlerinde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır.Dört tanesi bir dirhem eder.Dirhem 3 gr. ağırlığa eş kabul edilir.Satıcı , iki dirhemlik bir şey satarken (sekiz çekirdek) deyip,buda benim ikramım olsun derse,müşterinin saygın ve itibarlı olduğunu gösterirmiş.Çok şık ve gösterişli giyinen kişilere ‘’iki dirhem bir çekirdek ‘’ denmesinin kökü buymuşPabucu Dama Atılmak Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.


Püf Noktası : Vaktiyle testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkan açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona: - Sen, demiş, daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor. Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve gidip bir dükkan açar. Açar açmasına da yeni dükkanında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez. Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır. Usta,- Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır.Usta bunun üzerine tezgaha bir miktar çamur koyar ve,- Haydi, der, geç bakalım tezgahın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim.Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada "püf!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğrenmiş olur.Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanır. Dokuz doğurmakVakti zamanında ,Çengeloğlu Tahir Paşa ,o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış.Bir gece o saatlerde yasağa uymayan yada sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıpKarakol avlusuna getirmişler,bu sorguyuda bizzat Tahir paşa yapmış,Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş.Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş.‘’Yahu sen? Tellakları duymadınmı?Ne diye sokaktasın bu vakitte?Adam bir telaşlı bir terli;‘’Paşa hazretleri ,karım doğuruyordu.Valla ebe aramaya çıktım.Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni.Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum ‘’ demiş.Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysada sakallarını sıvazlayıp,‘’Seni bu kez affediyorum.Amma, o karın olacak Hatuna söyle ,bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ‘’demiş.Adam kan ter koşa koşa eve gelip,komşu kadınların arasından karısının yattğı yatağa gelmiş.Adam;’’Nasılsın?Nemiz oldu ‘’ demiş.Karısıda ‘’ Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gititin? Kim bilir nerelerde eğlendin?Sen benim nasıl doğurduğumu biliyormusun ? demiş.Adam ise hararetle,‘’Ah bre hatun sen neler diyosun??Sen bir kere doğurdun.Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.’’ demiş.

DOLAP ÇEVİRMEK : Eskiden Paşa,vezir,sadrazam,komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerinKonakları olurdu.Bu büyük evler kadınların kısmına haremlik ,erkeklerin kısmına selamlık adı altında iki kısım bulunur.Kadınlar kısmı ile erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen,silindirBiçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi.Yarısı açık ,yarısı kaplalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş ,dar raflar bulunurdu.Kadınlar kısmında pişen yemekler,içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi.Kadınlar ikram edilecekleir dolabın kapalı kısmına yerleştirip ,erkekler kısmıan çevirir,Tabaklar ,fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi.Böylece kadın erkek biribirini görmeden servis yapılmış olurdu.İşet bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş.Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup,çiçek vesaire. verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış.Delikanlıya mendilmi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş.

HÜMANİZM VE EĞİTİM




HUMANİZM ve EĞİTİM

Yrd. Doç. Dr. İsmet ŞAHİN
Kocaeli Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Eğitim Bilimleri Bölümü


ABSTRACT
“Philosophy is a discipline comprising as its core logic, aesthetics, ethics, metaphysics, and epistemology” (Merriam Webster Online Dictionary). “It’s the discipline that searches for a general understanding of values and reality by chiefly speculative rather than observational means” and tries to establish the life on the truth or reality it assumes. Each philosophical approach comments on the understanding of life and world view from the perspective of the truth or reality it assumes. Understanding of life and world view forms it’s attitudes to education, production, labor and love.
Educational philosophies have developed taking their roots from different worldviews. Essentialism roots from Materialism, Perennialism roots from Idealism, Progressivism roots from Pragmatism. Humanistic education is educational perspectives of Humanism.
From the very early ages to nowadays, each society has taken different world views in different time periods and different intensity. The purpose of this paper is to introduce the theory and practices of humanistic worldview especially from educational perspective in comparison to other philosophical world views.
Keywords: Humanism, Humanistik Education, Philosophy of Education,


ÖZ
“Felsefe saf mantık, estetik, ahlak, metafizik (Varlık bilim) ve epitemolojiden (Gerçek bilim) oluşan bir disiplindir” (Merriam Webster Online Sözlük). “Gözlemsel araçlardan ziyade çoğunlukla spekülatif araçlarla değerler ve gerçeklerle ilgili genel bir anlayış arar ve gerçek ve doğru varsaydıkları üzerine hayatı anlamlandırmaya çalışır.” Her felsefi yaklaşım kendi gerçek algısıyla hayatın ve dünyanın anlamını yorumlar. Hayat anlayışı doğrultusunda da eğitime, üretime, emeğe ve geleneğe karşı tutumunu biçimlendirir.
Eğitim felsefeleri de köklerini değişik dünya görüşlerinden alarak gelişmiştir. Esasicilik Maddeciliğe, Daimicilik İdealizme, İlerlemecilik Pragmatizme dayanır. Hümanist eğitim anlayışı ise Hümanizmin eğitime bakışıdır.
İlk çağlardan günümüze kadar her toplum farklı felsefi inanışları farklı zaman ve yoğunlukta yaşamıştır. Bu yazının amacı ise değişik felsefi akımlardan örneklerle yola çıkarak günümüz hümanist anlayışının teori ve pratiğini özellikle eğitim perspektifinden tanıtmaktır.
Anahtar Kelimeler: Hümanizm, Hümanist Eğitim, Eğitim Felsefesi.


TEMEL HAYAT FELSEFELERİ VE EĞİTSEL GÖRÜŞLERİ
“İsa’dan altı yüzyıl öncesine kadar yalnızca dinlerin işlediği bir konu olan “Evren nedir?”, “Nereden gelip nereye gitmektedir?”, “Böyle bir evrende insanın yeri ve görevleri nelerdir?” ve “İnsan nasıl davranmalıdır?” gibi temel sorunlar; ilk filozoflar tarafından dine rağmen ele alınmış ve cevaplar aranmıştır.” (İltaş, 2000) Bu çalışmalar felsefenin doğmasına sebep olmuştur. Milet’li Thales ilk filozof ve felsefenin kurucusu olarak kabul edilir. “Felsefenin doğması bazı toplumsal koşulların gelişmesine bağlıdır. Bunları üç başlık altında toplamak mümkündür. Ekonomik gelişme, demokratik yönetim ile laik ve hoşgörülü dünya görüşü. Sadece bu üç koşul tamamlandığında felsefe doğmakta ve varlığını sürdürmektedir. Bu üç unsurdan birinin eksikliği felsefenin o toplumdan uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Bu üç koşulun olgunlaştığı Batı Anadolu’nun eski Yunan kentlerinde felsefe doğmuş ve koşullar bu şekilde kaldığı süre içinde de varlığını sürdürmüştür” (İltaş, 2000) Temel hayat felsefeleri köklerini eski Yunandaki düşünürlerde bulur.
Bunlardan idealist felsefe gerçeği “idea” (Ruh/Fikir) olarak adlandığı kavramlarda bulmuştur. “İdealizme göre gerçek maddi ve fiziksel olmaktan çok ruhsal ve tinsel mahiyettedir” (Şişman, 2000, s.91). Onlara göre asli olan “idea” olarak adlandırdıkları duyularla algılanamayan zihinsel biçimlerdi. Bir nesneye baktığımızda duyularımızla algıladığımız renk, sarı, yeşil, mavi olabilir. Üstelik bu nesnenin rengi bakana göre de değişebilir. Renk körü olan biri bizim yeşil gördüğümüzü kırmızı görmektedir. Sarı, yeşil, mavi görüngü denilen fenomenlerdir “idea” değillerdir. Sarı, yeşil, mavi olmanın ötesinde renk kavramının kendisi “idea” dır. İlk İdealistlerden Plato’ya göre çevremizde beş duyumuzla algıladığımız herşey “idea” olarak adlandırılan kavramların 3 boyutlu yanılsamaları yani gölgeleri veya illüzyonlarıdır. (Joad, 1985, s.28-29) Plato’nun “The Republic” (Cumhuriyet) adlı eserinde anlattığı gibi idealistler iki tür dünyaya inanırlar; birisi ”Idea” denilen biçimlerin yanılsamalarından oluşan beş duyumuzla algıladığımız çevremizdeki taş, ağaç, hayvan, toprak gibi nesnelerin oluşturduğu gölgeler veya hayaller dünyasıdır. Diğeri ise insanın algılamakta zorlandığı “idea” denilen kavramların bulunduğu diğer dünyadır. Bu dünya gelip geçicidir, kalıcı ve gerçek olan idea’lar dünyasıdır. Bizlerde bu dünyadaki sanal görevimizi tamamladıktan sonra idea’lar dünyasındaki yerimizi alırız ve orada kalıcı oluruz.
Realistler ise “algıladığımız evrenin gerçekliğine” inanmışlardır (Kneller, 1971, s.207). Çoğu realiste göre asıl olan “algılarımızın gerçekliğidir”. Görünen veya algılanan evren onlara göre bir illüzyon değil gerçeğin ta kendisidir. (Joad, 1985, s.91-96; Şişman, 2000, s.93) Çevremizde gördüğümüz her şey bizim zihinlerimizden bağımsız olarak vardır. Sadece biz öyle algıladığımız için var olmazlar. Aristo, Comenius gibi filozoflar her konu da hemfikir olmasalar da realist filozoflardır.
Maddeci düşünürler; evrenin bir yaratıcısı olmadığı ve ezeli bir var oluş içinde olduğu düşüncesindedirler. “Maddecilere göre maddedir ilk ve asli olan, önce var olan” (Politzer, 1997, s.37-38). İltaş’a (2000) göre “Hiçten bir şey olmaz. Evrenin de bir ilk biçimi, ilk olanı, arkhé’si (Töz - özdeki madde) vardır. Her şey arkhénin dönüşümü sonucu bugünkü halini almıştır. Thales’e (625-545) göre ilk olan sudur. Her şey sudan gelir ve yine suya dönecektir. Dünya da sonsuz su (okeanos) içinde yüzer”. Arkhenin ne olduğu konusunda çok farklı isimlendirmelere rastlanır. İlk olan kimi zaman toprak, hava, su veya ateş ya da bunların kombinasyonunu şeklinde karşımıza çıkmaktadır; kimi zaman ise sayı, apeiron (sınırsızlık-sonsuzluk) sperma (tohum) ya da atom olarak.
İdealist, Maddeci ve Realist hayat görüşleri toplumları ve toplumsal kurumları derinden etkilemişlerdir. Hala bir çok toplumda “geleneksel” olarak adlandırılan yaşam biçimi, eğitim anlayışı, inanç ve değer sistemleri Maddeci, Realist ve İdealist hayat görüşlerini yansıtmaktadır.
“Esasicilik (Essentialism) olarak adlandırılan eğitim felsefesi köklerini realist ve maddeci hayat görüşlerine dayandırmaktadır” (Sönmez, 2000, s.43). Geleneksel esasçı bir anlayış olarak, kişilik gelişimi ve bilginin özünün öğrencilere verilmesini önemser. “Eğitimin amacı temel eğitimi vermektir. Öğretmen hem konu alanı uzmanı hem iyi vatandaş modelidir. Güçlü ve iyi öğrenciler okulda aldıkları temel üzerine kendilerini geliştirebilirler” (Gutek, 1997, s.281). Öğrenci ikincil ve pasiftir. Aktarılması gereken değerler ise; otoriteye saygı, azim, göreve bağlılık, başkalarını düşünmek, pratikliktir. “Daimici eğitim anlayışının ise (Perennialism) kökleri realist ve idealist hayat anlayışına dayanır” (Sönmez, 1996, s.77). Daimici anlayışa göre bazı bilgiler ve fikirler ilk varoldukları andan sonsuza kadar anlamlıdırlar. Bu öz bilgi ve fikirler eğitimin odağı olmalıdırlar. Esasicilikte olduğu gibi sabit yer ve zaman anlayışı yoktur. Esasicilik her türlü entelektüel bilgiyi daimicilik ise değişmeyen ve gerekli olan bilgiyi esas alır. Daimicilik, hayal gücü ile, esnek, analitik ve derin düşünme gibi bireysel sebeplendirme kapasitelerinin önemi üzerinde durarak daha çok ampirik bilgiyi önemser. Her ikisinde de disiplin önemlidir. Öğretmen merkezli eğitim anlayışı ve dış odaklı değerlendirme esastır.
Varoluşçuluk felsefesinde, insanın varoluşu anlaması söz konusudur. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği söz konusudur; güçsüzlüğü söz konusudur. Jean Paul Sartre in klasik tanımına göre “varoluş özden önce gelir” (Shaw, 2003). Yani evrensel doğuştan gelen bir insan özü yoktur. Doğarız ve varoluruz ardından özgürce özümüzü biçimlendiririz. Bir çok varoluşçu en temel konularda bile anlaşamazsa da “bireyselliğe saygı da” hemfikirdirler. “Yarın ölecekmiş gibi bugünü yaşa” sözü varoluşçuların yaşam felsefesini anlatmaktadır (Şişman, 2000, s.96). “Varoluşçulukta eğitim, insanın başarıyı, başarısızlığı, çirkini, güzeli, savaşımı, acıyı, abartmadan; fakat dürüstçe karşılayan yaşantılar geçirmesini sağlayan bir etkinliktir (Sönmez, 2000, s.50).”
Faydacılık adıyla da anılan Pragmatik felsefe de gerçek “değişim” dir (Şişman, 2000, s.95). Efesli Herakleitos’a (540-480) göre evrende değişmeyen tek şey değişimdir. Bu nedenle de “Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. Çünkü hem ırmak değişmiştir; hem de biz.” Doğa kanunları dışında değişmeyen tek şey değişimin kaçınılmaz olduğudur. Yine bu nedenle doğa kanunları dışında doğru yoktur. Doğrular kişiye, zamana ve yere göre değişirler. Hayatın birey için anlamı ise kaçınılmaz değişime sadece uymak değil değişimin öncüsü veya ajanı olmaktır.
“Kökleri Pragmatist felsefeye dayanan İlerlemeci” eğitim anlayışında ise eğitimin amacı kritik ve yansıtmacı düşünceyi geliştirmektir (Fidan ve Erden, 1998, s.110). Öğretmen rehber ve yardımcı olmalıdır. Öğrenciler deneyimleri, ilgileri ve değerleriyle birbirinden farklı bireylerdir. Öğretim yöntemleri de problem çözme, bilimsel sorgulama, işbirliğidir. Şişman (2000) ve Sönmez’e (2000) göre bu anlayışta toplumsallığın yerine bireyselliğin ifadesi ve teşviki, dış disiplin yerine özgür aktiviteler, ders kitapları ve öğretmenlerden öğrenme yerine tecrübe ederek öğrenme, ayrı beceri ve teknikleri egzersizler yoluyla öğrenmek yerine tecrübe ederek kazanmak, geleceğe hazırlanmak yerine günün fırsatlarını değerlendirmek, maddesel ve istatistik aşinalık yerine değişen dünyaya ayak uydurmak önemlidir.
İlerlemeci eğitim programlarında öğrenci tecrübeleri, ilgileri ve yetenekleri merkeze alınır. Öğretmen dersi öğrencilerin şüphelenmeleri ve kendi kendine öğrenmelerini sağlamak üzere planlar. Ders kitaplarına ek olarak öğrenci yaparak öğrenir. Sık sık okul dışı alan gezileri yapılır. Doğayla ve toplumla temas sağlanır. Öğretenler öğrenmeyi teşvik edici oyunlar kullanır. İşbirliği ve hoşgörü kazandırılması gereken en önemli davranışlardır. Özgürlük, yaratıcılık, oto kontrol teşvik edilir. Doğal ve sosyal bilimler müfredatta ağırlıklıdır. Değişimi ve ilerlemeyi esas alarak yeni teknolojiler ve bilimsel ve sosyal gelişmeler tanıtılır. Demokrasi, insan hakları, kadın hakları azınlıklar önemli konulardır, hoşgörü ve esneklik vazgeçilmez önem taşır. Eğitim değişimi ve gelişmeyi sağlıklı ve hızlı hale getirmek içindir. Öğrenci merkezlidir. Her öğrenci kendi doğrusuna karar verebilir. Öğretmenler rehberlik etme görevi yapar.

HÜMANİZM VE HÜMANİSTİK EĞİTİM ANLAYIŞI
Hümanist felsefe de ise asıl olan insandır. “İnsanlık sevgisini, insanın yüceliğini amaç ve olgunluk sayan bir öğretidir” (Varış, 1994, s.73). İnsanlar farklıdır. Diğer tüm canlılardan farklı kapasitelere sahiptir. Kendi başına anlamlı yeterli bir bütündür. Asıl olan insanın ilgileri değerleri ve ihtiyaçlarıdır. Bir bütün olarak insan, madde ve ruh olarak. Ne tam idea ne de Arkhé’dir (Töz).
Blumenfeld’e göre (1993) hümanizm insanın doğanın bir parçası olduğunu ve hala devam eden bir süreç sonucu (evrim) ortaya çıktığını kabul eder. Bu açıdan çoğunlukla evrimci bir anlayış olarak ta adlandırılabilir. Ayrıca “insanın belirli bir kültür içine doğduğu ve çoğunlukla o kültür tarafından biçimlendirildiğini” ifade ederek çevresel faktörlerin etkisine olan güçlü inancı vurgular. Dini inanç konusunda “ilahi bir güç insanlığı kurtarmayacaktır, insanlar kendilerini kurtarmak zorundadır”, ahlak konusunda “ahlak otonom ve durumsaldır, dini veya ideolojik bir onay gerektirmez”, cinsiyet konusunda “kökten dinci ve baskıcı ideolojilerin katı tutumları nedeniyle insanlar üzerinde cinsiyet eşitsizliği oluşmuştur” hümanist yaklaşımın görüşleridir.
Değişik hayat biçimleri denedik, sadece idea veya idealler için yaşadığımız dönemler, sadece madde ve materyal amaçlar için yaşadığımız dönemler oldu. Varoluş’un rahatlığını yaşadığımız, değişimin acımasız ivmesiyle yitip gittiğimiz zamanlar oldu. Son yüzyılda artık kendimiz için yaşamayı öğrendik. Eğitim anlayışımız da egemen hayat anlayışlarımız doğrultusunda gecikmeli ve görecelide olsa biçim değiştirmektedir. İdealist hayat anlayışının egemen olduğu toplumlarda din ve ahlak eğitimine önem verilmiştir. Realist ve maddecilerde üretim ve temel bilimler daha fazla önem kazanmıştır. Varoluş felsefesinde insanın kendisini ve kendi kapasitelerini tanıması esasken, pragmatist felsefede bilgi aktarımı önemini yitirmiştir asıl olan herkese öğrenmeyi öğretmektir.
Hümanizme göre, insanlar diğer canlılar gibi mekanik davranışlar sergilemezler. Yani her zaman kasıtlı ve değerli davranışlar sergilemeyebilirler. Hümanistler insanı bir bütün olarak çalışmak gerektiğine inanırlar. İnsanlar hayat boyu yaşadıkları tecrübelerle içinde bulundukları çevre ve sahip oldukları özel ilgi ve motivasyonla bir bütündür.
Hümanizmde öğrenme ve gelişimle ilgili diğer yaklaşımlarda olduğu gibi kendi içinde farklılaşmış düşünme biçimlerine sahiptir. Hümanistik felsefe de “laik (birey gelişmek ve büyümek için kendi içinde ihtiyaç duyduğu her şeye sahiptir), ateist ve dindar (insan gelişiminde dinin önemli bir rol oynadığına inanan) görüşler mevcuttur” (Patterson, 1987).
Baskın olan görüş, modern ve doğal hümanizmdir. (Aristo ve Socrates). Tüm doğaüstünü reddeder. Bilim ve sebepsellik esastır. Demokrasi ve insan ilgi ve istekleri önemlidir. Bu nedenle bu yaklaşıma kültür veya insan merkezli yaklaşım denir. Baskın olmayan ancak önemli bir grup insan da modern ve doğa esaslı anlayış dışında Tanrı ve olağanüstü bir varlık merkezli anlayışa sahiptir. (Plato, Aziz Augustine) Bu yaklaşıma göre insan hem maddi hem ruhanidir. Mantıklı ve zeki insan özgür bir geleceğe sahip olur. Bir insanın en önemli amacı gönüllü olarak tanrının kurallarına itaat etmek olmalıdır.
Hümanistik eğitim anlayışının felsefi temellerini Abraham Maslow ve Carl Rogers’ın attığı söylenmektedir. (Anderson, 2003) A. S. Neill ise ilk modern hümanist eğitimci olarak kabul edilir. Neill İngiltere’de hümanistik ilkelerle çalışan Summerhill okulunu kurmuştur. Amerika da Sudbury Valley okulları, Yine Amerika, İngiltere, Avrupa ve İsrail de bir çok demokratik değerler okulu hem ilerlemeci hem hümanist okullar olarak kabul edilebilir.
İlerlemeci eğitim anlayışı ile Hümanist eğitim anlayışı benzer özellikler taşımaktadırlar. Blumfeld (1993) ilerlemeci eğitimle hümanist eğitimin aynı olduğunu söylemektedir. Ancak bir çok eğitimci için ilerlemeci ve hümanist eğitim anlayışı benzer nitelikler taşısa da aynı değildir. Grill (2002) ilerlemeci eğitim anlayışı ile hümanistik eğitim anlayışını Tablo 1’de karşılaştırmıştır.
Gage ve Berliner’e (1991) göre hümanistik eğitim anlayışında beş temel hedef vardır.
· Kişisel yönlendirme ve Bağımsızlığı teşvik.
· Ne öğrenilmesi gerektiğini seçme sorumluluğunun verilmesi.
· Yaratıcılığın geliştirilmesi.
· Şüphecilik.
· Sanatsallık. Sanatsal bir yön.





Tablo 1
İlerlemeci ve Hümanist Eğitim Anlayışlarının Karşılaştırılması

İlerlemeci Eğitim
Hümanist Eğitim
Amaç:
Sosyal değişimi teşvik edecek şekilde kültürü ve sosyal yapıyı aktarmak; Bireye pratik bilgi ve problem çözme becerisi kazandırmak.

Bireyi sürekli eğitime ve değişime açık olacak şekilde geliştirme; Kişisel gelişimi ve büyümeyi destekleme;Toplumu değiştirmek için bireyin kendini tanıma ve gerçekleştirme becerisini geliştirmek.
Öğrenci:
Öğrenmede öğrenci ihtiyaç, ilgi ve deneyimleri anahtar durumundadır; İnsanlar eğitimle geliştirilebilecek sınırsız kapasitelere sahip görülür.
Öğrencinin yüksek derecede istekli olması ve kendi yolunu çizmesi beklenir; kendini geliştirme ve öğrenmede öğrenci sorumluluk sahibidir.
Öğretmen:
Organizatör; eğitici deneyimler yoluyla öğrenmeye rehberlik eden; öğrenme sürecini uyaran, kışkırtan ve değerlendirendir.
Yardımcı; destekçi; ortak; tanıtan ama yönlendirmeyen, uygun öğrenme atmosferi yaratan.
Otoritenin kaynağı:
Kültür, Bireyin deneyimleri
Kişi/Öğrenci
Anahtar kelime
&Kavramlar:
Problem çözme; deneyim esaslı öğrenme; demokrasi; hayat boyu eğitim; pragmatik bilgi; ihtiyaç analizi; sosyal sorumluluk.
Deneysel öğrenme; özgürlük; duygular ve bireysellik; kendi (öz) yönlendirme; etkileşim; açıklık; işbirliği; özgünlük; varoluşçuluk.
Yöntem:
Problem çözme; bilimsel yöntem; etkinlik yöntemi; deneysel yöntem; proje yöntemi; tümevarım yöntemi.
Deneysel; grup çalışması; grup tartışması; takım öğretimi; buluş yöntemi.
Önemli insanlar:
Spencer; Pestalozzi, Dewey, Bergevin, Sheats, Lindeman, Benne.
Erasmus, Rousseau, Rogers, Maslow, McKenzie.
Zaman çerçevesi:
Başlangıç 16. yy Avrupa, John Dewey’le 1900’lu yıllar Amerika.
Eski Çin, Yunan ve Roma’ya dayanır. 1950-60’lı yıllar Maslow ve Rogers’la Amerika.

Yine Gage ve Berliner’e (1991) ve Stewart (2003) göre hümanistik yaklaşımın bu hedeflere ulaşmak için eğitim programlarına koyduğu ilkeler ise aşağıdadır;
· Tam bağımsız birey yetiştirmek amaçlanır. Öğrenciler sadece birer numara değil birer bireydir.
· Zorlama ve direktif yoktur, ilgi ve saygı vardır.
· Öğrenci aktif olmaya özendirilir ve kendi tercihlerini yapmalarına teşvik edilir.
· Öğrencileri öğrenmek istedikleri ve ihtiyaç duydukları şeyleri en iyi öğrenirler
· Nasıl öğrenileceğini bilmek çok miktarda bilgi almaktan daha değerlidir.
· Öğretim öğrenci ilgi, yetenek ve ihtiyaçlarını temel almalıdır.
· Kuralları, kaynakları ve uygulamaları öğrenci belirlemelidir.
· Düşüncede çeşitlilik ödüllendirilir.
· Öğrenci başarısı için en anlamlı değerlendirme öğrencinin öz değerlendirmesidir.
· Duygular da gerçekler kadar önemlidir.
· Tehdit edici olmayan ortamlarda öğrenciler daha iyi öğrenirler.
Hümanist teorinin öğretim ilkeleri arasında öğrenci merkezli olması, sosyal bir kişilik gelişiminin esas olması, performans temelli, test ve sınav ağırlıklı eğitim anlayışına karşı olması, buluş yoluyla öğrenme ve öğrencilerin duygu ve kişisel tercihlerine saygı duyulması ön plana çıkmaktadır.
Kirschenbaum’a göre (1975) hümanist anlayışın 3 temel özelliği;
· Müfredatın içeriği açısından - Eğitim programının öğrencilerin gerçek hayatıyla ilgili konulardan oluşmuş olması.
· Müfredatın işlenişi bakımından - Bilişsel, duyuşsal anlamda tüm öğrenci odaklı olması.
· Okul ve grup yapısı bakımından - Zamanlama ve okul çevresini hümanist öğretimi ve bireysel sınıfları destekleyecek şekilde düzenlenmesidir.
Sturt’a göre (2004’te alınmıştır) hümanist eğitim anlayışı okul bazında açık sınıf ve alternatif değerlendirme yöntemlerini ön plana çıkarırken sınıf bazında ise etkinlikler, müfredat, sosyal ve düşünsel beceriler öğrenci merkezlidir. Hümanist eğitimde duygular, öz benlik, iletişim ve kişisel değerler vurgulanmaktadır. Hümanist eğitim anlayışında yarışma yoktur, işbirliği teşvik edilir, müfredat sınırlılığı yoktur, öğrenci merkezlidir, katı zamanlama yoktur, amaçlar öğrenciye görecelidir.
Huitt (2001) ve Aspy and Roebuck’e (1975) göre hümanistik anlayış için iyi öğretmen;
· Her fırsatta öğrencilerin katılacakları etkinlik ve alacakları rolleri kendi seçmeleri için imkan veren,
· Öğrencilerin gerçekçi amaçlar belirleyebilmeyi öğrenmesine yardım eden,
· Sosyal ve Duyuşsal becerileri geliştirmek için öğrencilerin grup çalışmasına ve işbirliği içinde öğrenmeye teşvik eden,
· Uygun olduğunda grup tartışmalarına imkan veren ve sadece yönlendirici olarak görev yapan,
· Güçlendirmek istediği davranış, inanç ve huylar için rol modeli olan,
· Öğrencilerin duyguları konusunda duyarlı olan,
· Öğretimle ilgili öğrenci görüşlerini alan,
· Övgüde bulunan,
· Tebessüm etmeyi ihmal etmeyen öğretmendir.

SONUÇ VE ÖNERİLER
Dünyada küreselleşme ile birlikte teknolojik gelişmeleri takip etmekte zorlandığımız bir dönemi yaşamaktayız. Bu çağın adı “bilgi” çağıdır. Değişimin hızı baş döndürücü, getirdiği yenilikler mucizevidir. Teknolojideki bu değişiklikler hayatımızın bir çok alanına da derhal nüfuz etmektedir. İsteyerek veya değil insanlar ve toplumlar kendilerini bu değişim tufanı içerisinde bulacaklardır. Kendileri ve toplumları için doğru araçları geliştirenler ayakta kalabilecek veya sonrasında avantajlı duruma geleceklerdir. Değişimin en temel unsuru her dönemde olduğu gibi bu dönemde de insandır. İnsanı esas almayan hiçbir değişim veya anlayış ayakta kalamayacaktır.
Hayatı ve hayati algılarını insan üzerine odaklayan felsefe hümanizmdir. Eğitimin ve eğitim kurumlarının gelecek toplumlarının ihtiyaç duyduğu değişimi gerçekleştirebilmesi için kendi anlayışlarını da insan odaklı hale getirmeleri kaçınılmazdır. Bu ise ancak hümanist eğitim anlayışını egemen kılmakla mümkündür.
Hümanist olmak cesaret ister. İlkin kendimizi ve geleneksel kalıplarımızı yıkmamız gerekir. Bugüne kadar yaptıklarımız doğru olsaydı bu kadar iç karartıcı bir dünyada yaşıyor olmazdık. Bu nedenle artık cesur olmak zorundayız.


KAYNAKLAR
Anderson, M. (2003) Educational Psychology; PSY501 dersi web sayfalarından (http://facultyweb.cortland.edu/andersmd/HUMAN/MENU.HTML) 2003’te alınmıştır.
Aspy, D, & Roebuck, F. (1975). “The relationship of teacher-offered conditions of meaning to behaviors described by Flanders' interaction analysis”. Education 95, 216-222.
Blumenfeld, S.L. (1993) Nea: Trojan Horse in American Education. (7th ed.) Idaho; Paradigm.
Fidan, N., & Erden, M. (1998) Eğitime Giriş. Alkım Yayınevi. İstanbul.
Gage, N. & Berliner, D. (1991) Educational Psychology (5th ed.) Boston: Houghton, Mifflin.
Gutek, G., L. (1997) Eğitime Felsefi ve İdeolojik Yaklaşımlar. Çev:Nesrin Kale. Pegem Yayıncılık. Ankara.
Grill, J. (2002) Adult Education; Cheat Sheet for teh MAster’s Comps. Lesson notes, ADE5080. Florida State University (http://www.fsu.edu/~adult-ed/jenny/philosophy.html )
Huitt, W. (2001) Humanism and Open Education. (http://chiron.valdosta.edu/whuitt/col/affsys/humed.html )
İltaş, N. (2000) Felsefenin Doğuşu. (www.öğretmenlersitesi.com/yazi/arsiv/necatiltas/felsefe01.htm ).
Joad, C.,E.,M. (1985) Dünyanın Büyük Felsefeleri (Çev: Semih Umar). Remzi Kitapevi, İstanbul.
Kirschenbaum, H. (Ed.). (1975). The catalogue for humanizing education. Saratoga Springs, NY: National Humanistic Education Center.
Kneller, G. F. (1971). Foundations of Education. New York: John Wiley and Sons, Inc.
Larry J. Shaw (2003). Five Educational Philosophies: Existentialism. (http://edweb.sdsu.edu/people/LShaw/F95syll/philos/phexist.html , erişim: 2003).
Patterson, C., H. (1987) “What has happened to Humanistic Education”. Michigan Journal of Counselling and Develeopment, Vol. XVIII, No.1, pp. 8-10.
Politzer, G., (1997) Felsefenin Başlangıç İlkeleri. Çev:Enver Aytekin. Sosyal Yayınlar. İstanbul.
Sönmez, V. (2000) Öğretmenlik Mesleğine Giriş. Anı Yayıncılık, Ankara.
Sönmez, V. (1996) Eğitim Felsefesi. Pegem Yayıncılık, Ankara.
Stewart, W. (2003). Foundations of Education (Educ 2112, lesson notes). Oklahoma Panhandle State University. (http://www.opsu.edu/education/Stewart/presentations/Chapter 11 Handouts with slides.pdf).
Sturt G. (2004) “Humanistic Approaches to Teaching” (http://www.garysturt.free online.co.uk/human.htm)
Şişman, M. (2000) Öğretmenlik Mesleğine Giriş. Pegem Yayıncılık, Ankara.Varış F. (1994) Eğitim Bilimlerine Giriş. Atlas Kitapevi, Konya.